top of page

KEMANCININ KIZI

 Kadın yatakta huzursuzca kıpırdandı. Dolunayın gümüş ışığı tül perdenin arkasından süzülüp odayı dolduruyordu. Kadının gözleri tülün arkasından gelen ışığa bakıyor gibiydi ama aklında başka düşünceler vardı.
“Son bir kez daha istiyorum” dedi gözleri hala dolunaya bakarken. Sırtı kadına dönük yatan adam cevap vermedi.  “Biliyorum geçen yıl bu son demiştik. Ama…” cümlesinin gerisini tamamlamadı. Durup adamdan bir cevap bekledi ama ne bir kıpırtı ne de bir ses duydu.
Adam kıpırdamadan yatmayı sürdürdü. Bu gece karısının bunu soracağını biliyordu. Gerçekten ondan önce uykuya dalmayı ve bu sorudan kaçmayı çok istemişti ama bu gece uyku bu eve uğramamıştı.
“Uyumadığını biliyorum” dedi kadın. Sırtüstü döndü ve bir süre tavanı izledi. Adam sanki bir işe yarayacakmış ve bu gece bu soruya cevap vermekten kurtulabilecekmiş gibi sessizliğini korudu. Kadın adama doğru dönüp kocasını kendine çevirdi. Adam derin bir iç geçirdi. Pencerenin pervazını titreten bir rüzgâr bu iç geçirişe eşlik etti.
“Bunu konuşmuştuk” diyebildi adam kısık bir sesle.
“Biliyorum. Ama onu çok özledim. Sen özlemedin mi?” Özlemek sözcüğü adamın kulağından dikenli bir gül gibi girdi, hem güzel kokularını yayarak hem de dikenlerini batırarak yüreğine kadar indi. Özlemek hem güzeldi hem de acı veriyordu. Özlemek yüreğine kadar indi ve orada ince bir sızıya dönüştü. Kadın bunu hissetmiş gibi sağ elini kocasının göğsüne koydu. Adamın gözlerinden iki damla yaş yastığa doğru süzüldü. Kadın da gözlerindeki bekleyen yaşları bıraktı. İkisinin gözyaşlarına ortak olmak ister gibi dışarıda yağmur başladı. Kadın sol elinde kalan üç parmağını adamın saçlarının arasında dolaştırdı, onu öptü. Adam da karısının saçlarını okşadı. Onun sol kulağının olmamasına artık alışmıştı. Kendinin sadece bir kulak memesi yoktu. Saçlarıyla sol tarafını örttüğünden dışarıdan belli olmuyordu. Yine de kadının saçlarının arasındaki o boşluk bu sefer onu rahatsız etmişti. Şimdi düşündüğünde asla yapmaması gereken bir fedakârlık gibi görünmüştü ona. Karısı bunu öyle düşünmese bile bu düşünce adamın içini o zamandan beri kemirip durmuştu ama bunu hiç belli etmemişti. Kocasının göğsünde uykuya daldığında kadının yüzü gülüyordu. Adam içinden “Bu sefer son. Başka olmayacak” diye kendine söz verdi. Verdiği söz onaylanırcasına bir şimşek çaktı. Odayı birkaç saniyeliğine aydınlattı.
Çakan şimşeğin parıltısı söndüğünde adam tavanda dans eden kırmızı turuncu ışıkları seyrediyordu. Tavana iple asılmış kemikleri gördü. Bir tavşanın kafatasının göz çukurları kızıl kızıl parlıyordu. İsmini bilmediği birkaç bitki tomarı, başka kemikler, üzerinde anlamını bilmediği şekiller olan ağaç kabukları. Burayı biliyordu. Olmak istemediği tek yerdi burası. Kalbi korkudan deli gibi atmaya başladı. Kafasını oynatamıyor, gözlerini tavandan sarkan şeylerden başka yere çeviremiyordu. Kollarını ve bacaklarını da hareket ettirmeyi denedi ama tüm vücudu kaskatı kesilmişti. Bir el bacaklarını okşayarak yukarı çıkmaya başladı. Kasıklarında dolaşıp göğsüne geldi. Sivri tırnaklar etine batıyordu. Sertleştiğini hissetti. Sonra üzerine bir sıcaklık yayıldı. Cehennem sıcağı gibi korkunç geldi ona. Göğsündeki eller omuzlarından kavradı adamı. Vücudu bacaklarının arasından başlayarak alev aldı. Bir kadın kahkaha atıyordu. Alevler yayılarak gözlerine ulaşmıştı şimdi. Gözleri eriyor ama o görmeye devam ediyordu. Sonunda ağzını açıp çığlık atmayı başardı. Çığlığı kadının kahkahalarının arasında kaybolup giderken omzunu tutan eller de sivri tırnaklarını etine geçirip onu hızla sarsmaya başladılar.
Gözlerini açtığında karısı yanı başına oturmuş kocasını omuzlarından sarsarak onu uyandırmaya çalışıyordu. Adamın alnı ve göğsü boncuk boncuk terlemişti.
“Ne oldu canım? Uykunda sayıklıyordun” dedi karısı cebinden çıkardığı mendille adamın alnını silerken.
“Bir şey yok. Sanırım bir kâbus gördüm.”
“Endişelenme ben buradayım. Her neyse artık bitti. Hadi kalk kahvaltı hazırladım” dedi ve kocasını öpüp odadan çıktı.
Adam bir süre daha yattıktan sonra doğrulup kalktı. Oda serindi. Keşke bir şey olsa da evden hiç çıkamasam diye düşündu ama bunun olmayacağını da biliyordu. Pijamalarıyla yatak odasından çıkıp salona girdi. Karısı şömineyi yeni yakmıştı. Pencere kenarında duran masada kahvaltı hazırdı. Kadın elinde tavayla mutfaktan geldi. Hala dumanı tüten yumurta ve pastırmayı tabaklara bölüştürmeye başladı.
“Biraz daha odun getirir misin?” diye sordu gülümseyen yüzüyle. Adam yanan ateşe bakıyordu. Şömine duvarında dans eden kırmızı turuncu ışıklar ona gece gördüğü kâbusu hatırlattı.
“Tabi” diyerek kapının arkasında asılı duran paltosunu üzerine geçirdi. Yağmur çoktan dinmiş geriye hoş bir toprak kokusu ve bolca çamur bırakmıştı. Adam buna aldırmadan derin bir nefes çekerek temiz havayı ciğerlerine doldurdu. Odunları almadan önce bahçenin diğer köşesindeki tuvalete gidip mesanesini boşalttı. Verandanın yanında duran odunlardan kucağına doldurabildiği kadarını alıp eve döndü. Şöminenin yanına diz çöküp odunları istifledi. Ateşe birkaç odun daha atıp masaya geçti. Karısı mutlu görünüyordu ama kendisinin yüzünde geceki kâbusunda etkisiyle hoşnutsuz bir ifade vardı.
“Ne oldu hayatım?” diye sordu karısı. “Solgun görünüyorsun.” Adam gözlerini bir süre masada gezdirdikten sonra istemeyerek ama mecburen kafasını kaldırıp karısına baktı. Söyleyeceklerinden hoşlanmayacağını biliyordu. Ama bunu tekrar yapmak istemiyordu. Oraya tekrar gitmeyecekti. Yüreğindeki acıyla yaşamaya razıydı.
“Ben…”
“Evet canım?”
“Bunu tekrar yapamam. Yapmamalıyız!”
“Ama! Söz vermiştin!” Kadının mutlu yüzü öfke ve endişe doluydu şimdi.
“Evet, bunun son olduğuna dair söz vermiştik!” diye çıkıştı adam. Sonra sesini alçaltıp daha yumuşak şekilde devam etti. “Artık bunu yapmamalıyız. Bunun bir sonu yok biliyorsun. Bu yaptığımız doğru değil.”
“Ama öyle demiştin! Son bir kez daha yapacaktık!” diyerek hışımla kalktı sandalyesinden. Gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Hıçkırarak ağlıyordu şimdi. Adam da sandalyesinden kalkıp karısının yanına gitti. Kollarıyla onu sardı. Sadece üç parmağı olan elini avucunun içine alıp okşadı. Eksik parmaklarının olduğu yerleri öptü. Kadın çalışmadığı için bir elinin iki parmağının eksik olması sorun olmuyordu. Ama adamın keman çalabilmesi için tüm parmaklarına ihtiyacı vardı. Onun yerine adamın da iki ayağındaki serçe parmakları yoktu. Birbirlerini bu şekilde dengelemişlerdi.
Kadın gözlerini yere dikip adamın ayaklarına baktı.
“Hala yapabiliriz ama. Lütfen!”
“Bak bunu…”
“Son bir kez! Yemin ediyorum bu sefer son olacak! Lütfen bir kez daha!”
“Bunu geçen sefer de konuşmuştuk. Buna daha fazla devam edemeyiz. Etmemeliyiz. Bu doğru değil ve bunu sende en az benim kadar iyi biliyorsun.”
“Ama onu çok özlüyorum” dedi burnunu çekerek. Ağlaması hafiflemişti ama hala kocasını ikna etmeye çalışıyordu.
“Biliyorum canım biliyorum. Ben de onu çok özlüyorum. Ama bu şekilde daha çok acı çekiyoruz. Ya ona da acı çektiriyorsak? Bunu hiç düşündün mü?”
Kadın kocasına üzüntüyle baktı. Hiçbir şey söylemeden mutfağa girdi. Adam arkasından gitmek istedi ama kadın kapıyı hışımla kapattı. Bir süre kapının önünde durup içeriyi dinledi. Kadının ağladığını duyuyordu. İçeri girip girmemekte kararsız kaldıktan sonra elini kapının kolundan çekti. Bir süre onu yalnız bıraksa iyi olacaktı. Biraz daha ağlar ve sonra söylediklerini düşünürdü. Doğrusunun bu olduğunu eninde sonunda o da anlayacaktı.
Masaya döndü ama canı bir şey yemek istemiyordu. Vazgeçip odasına gitti. Üzerini değiştirip çıktığında karısını masayı toplarken gördü. Gözleri hala kırmızıydı ama artık ağlamıyordu. Kocasına ifadesiz bir yüzle baktı. Ardından tabakları mutfağa götürmeye devam etti. Adam ona gülümsedi.
“Her şey güzel olacak merak etme” dedi ve kapının solunda, köşede duran keman kutusunu alarak evden çıktı.
Şehre gitmek için pekte uzun olmayan bir yolu vardı. Güzel havalarda yarım saat kadar yürüyordu ama şehrin dışındaki bu taşra bölgesinde yağmurdan sonra yürümek epey zordu. Bahçe kapısını kapatıp son kez arkasına baktı. Karısı küçük ahşap kulübelerinin penceresinden ona bakıyordu. Ona el sallayıp yola çıktı. Kıyafetlerine çamur bulaştırmamaya çalışarak dikkatle yolun karşına geçti. Birkaç kilometre ötede oturan komşuları şehre taze sebze götürmek için birazdan gelirdi. Çok geçmeden komşusunun iki tane ata koştuğu arabası tepenin üstünde göründü. Yanına gelip durdu.
“Günaydın dostum! Ne güzel bir gün değil mi?” diye sordu komşusu neşeyle.
“Günaydın. Evet, gerçekten de öyle. Dün geceki yağmur, şimşekler ve fırtına sanki hiç olmamış gibi.”
“Evet, evet öyle. Hadi atla birlikte gidelim.”
“Teşekkür ederim. Yollar çamur olmasa yürürdüm ama bu şekilde yürümesi oldukça zor olacaktı.”
“Dert etme dostum. Hem bana yoldaş olursun.” Adam at arabasına, komşusunun yanına oturdu ve ağaçlı yoldan giderek gözden kayboldular.
Kadın pencereden kocasını izliyordu. Adam bahçe kapısını kapatıp ona el salladı. Sonra yolun karşısında beklemeye başladı. Biraz sonra bir at arabası gelip durdu. Yolun yukarısındaki komşularıydı bu. Kocasının ağaçlı yoldan gidip gözden kaybolmasını izledi. Dönüp şöminenin yanında duran eski sallanan sandalyeye oturdu. Sandalyenin yanındaki sepetten örgüsünü aldı. Eksik parmakları yüzünden eskisi gibi hızlı öremiyordu ama yine de bu zevkinden vazgeçmemişti. Hem bahçe işleri dışında yapacak başka işi de yoktu. Elleri kendiliğinden örgüyü örerken bir yandan da kocasının sözlerini düşünüyordu. ‘Buna devam edemeyiz, etmemeliyiz, ya ona da acı çektiriyorsak?’ Bu son cümle içini acıtmıştı. Evet, özlemenin acısı zaten çok büyüktü ama onun acı çekiyor olabilme düşüncesi de en az onun kadar acı vericiydi. Kocası haklıydı galiba. Her ne kadar bunu çok istiyor olsa da artık buna bir son vermesi gerekiyordu. Belki de herkesin huzura ermesi için böyle yapmak en iyisi olacaktı.
Bu düşüncelerle biraz da olsa içi rahatlamıştı. Şöminenin ateşinde duran çaydanlığı alıp kendine bir adaçayı demledi. Çayını alıp tekrar sallanan sandalyesine oturdu. Mis gibi kokan çayından bir yudum aldı. Hafifçe sallanırken gözleri şöminedeki odunlardan çıkan hipnoz edici alevlere takıldı. Ateşin huzur verici çıtırtıları arasında anılara daldı.
O yıl kış çok sert geçmişti. Kar taşra yollarını kapattığı için şehirden doktorun gelmesi imkânsızdı. Adam acı içinde kıvranan karısını yatakta bırakıp yolun yukarısındaki komşusundan yardım istemek için akşam karanlığında evden çıkmıştı. Henüz bir at alamamış olduklarından diz boyunu geçen karlı yolu yürüyerek aşması gerekmişti. Komşularının evine varıp durumu anlattığında karısı hazırlanırken adam da ahırdan atları çıkarmıştı. Bata çıka zorlukla eve vardıklarında kadının çığlıkları bahçeden bile duyuluyordu. Adam attan atlayıp koşarak eve dalmıştı. Komşunun karısı da arkasından girmişti. Yatak odasına girdiklerinde doğumun çoktan başlamış olduğunu görmüşlerdi. Bebeğin kafasının çıkmış olduğunu gören kadın adama dönüp hemen sıcak su ve havlu getirmesini söyleyip doğum yapan annenin yanına geçmişti.
“Çok iyi gidiyorsun tatlım. Biraz sonra hepsi bitecek biraz daha dayan” diyerek bebeğin kafasını ve boynunu tutup kadına ıkınmasını söylemişti. Adam sıcak su ve havluyu yatağın yanına bırakıp odadan çıkmıştı. Komşusu atları bağlamış, şapkası önünde kapının girişinde bekliyordu.
“Çok teşekkür ederim dostum. Size minnettarım. Siz olmasanız ne yapardık bilmiyorum.”
“Dostlar bu günler için vardır. Artık endişelenme. Karım çocuk doğurtmakta çok iyidir. Aslan gibi bir oğlun olacak!”
Adamın yüzüne bir gülümseme yayılsa da bebeğin ağlamasını duyana kadar endişesi geçmemişti.
Saatler sürmüş gibi gelen kısa bir süre sonra odadan gelen sesler kesildi. Adam merakla kapıya yaklaştığında bir bebeğin ağlama sesi duyuldu. Adamın içine bir huzur dolmuştu o anda. Biraz sonra kapı açıldı ve komşunun karısı odadan çıktı.
“Tebrik ederim bir kızınız oldu!”
“Teşekkür ederim” demişti adam dudakları titreyerek. Dönüp komşusuna bir göz attı. Komşusu kız çocuğu duyunca pek memnun olmamış gibi görünmüştü adama.
“Tebrik ederim dostum” dedi komşusu. “Biz artık gitsek iyi olacak. Karım yarın yine uğrayıp kontrol eder.”
“Tekrar çok teşekkür ediyorum. Size minnettarız.” Komşusu ve karısı çıkıp kapıyı kapattılar. Adam da hızla yatak odasına girip karısının yanına oturdu. Karısının göğsünde uyuyan minik bebeğe bakmış ve başını okşamıştı.
“Çok güzel bir kız. Tıpkı sana benziyor” dedi adam karısının alnını öperken.
“Sana bir erkek çocuk veremedim, üzgünüm” dedi kadın.
“Şşş, öyle söyleme. Bunlar eski kafalı köylülerin düşünceleri. Şehirde artık kimse böyle şeyler düşünmüyor. Sen de düşünme. Bir kızımız olduğu için ben çok mutluyum.”
“Seni seviyorum canım.” Kadının gözlerinin içi gülüyordu. Kocasına sevgiyle baktı.
“Bende seni seviyorum papatyam.” Adam karısına sevgiyle sarıldı.
O gece dün gibi zihninde canlanmıştı kadının. Bebeğine ilk dokunuşunu, onun sıcaklığını göğsünde hissedişini, onun kokusunu, ışıl ışıl parlayan mavi gözlerini hiç unutmamıştı. Çok uslu bir bebek olmuştu. Diğer kadınların anlattıkları gibi uykusuz geceleri çok olmamıştı. Sallanan sandalyesinde elinde örgüsüyle otururken, şöminenin önündeki kilimin üzerinde oturan kızını izliyordu. Zaman hızla geçmeye başlamıştı şimdi. Küçük kız otururken önce emeklemeye, sonra sallanan sandalyeye tutunup ayağa kalkmaya, ilk adımlarını atmaya, masada oturup anne babasıyla yemek yemeye başlamıştı. Kadının gözleri yaşla doldu. Odanın içinde bu küçük bebeğin büyümesini izliyordu sessiz hıçkırıklarının içinde. Sandalyesinden kalkıp pencerenin önündeki küçük yemek masasına yürüdü. Kızının oturduğu sandalyenin arkalığını okşadı. Pencereden dışarı baktı. Zaman biraz daha aktı ve küçük kız dört yaşına geldi. Çimenlerin üzerinde ona kendi elleriyle yaptığı oyuncak bebekle oynuyordu. Babası bahçedeki ağaca salıncak kuruyordu. Çocuk oyuncak bebeğini bırakıp koşarak babasına gitti ve bacaklarına sarıldı. Adam kızını kucağına alıp havaya kaldırdı ve döndürdü. Kızın kahkahalarını duyuyordu pencerenin arkasından. Kadın onlara bakarken gülümsüyordu. Elinin tersiyle gözyaşlarını sildi. Babası kızı salıncakta sallamaya başladı. Ne kadar mutlulardı. Kız salıncaktan inip babasının kucağına atladı. Çimenlerde yuvarlanıyorlardı şimdi. Zaman akmaya devam etti ve hava kararmaya başladı. Küçük kız bir yaş daha büyüktü artık. Bahçe çitinin üzerine oturmuş geç kalan babasını bekliyordu. Kadının gözleri tekrar dolmaya başladı. Ağaçlı yolun sonundan gelen at arabasının sesini duydu. Küçük kız da duymuştu. Babası nihayet geliyordu. Arkasını dönüp pencereden onu izleyen annesine bakarak gülümsedi. “Babam geliyor!” diye sevinçle bağırdı. Kadının dolan gözlerinin yanında dudakları da titremeye başladı. ‘Hayır, lütfen gitme’ dedi kısık ve titreyen sesiyle. Atların kişnemeleri artık daha yüksek geliyordu. Tahta tekerlekler çokta düzgün olmayan yolda gürültüyle takırdıyordu. Atlar ağaçların arkasından göründüğünde küçük kız çitten atlayıp yola koştu. Kadın pencereyi yumruklamaya başladı. ‘Dur! Gitme! Geri dön!’ Gelen posta arabasıydı. Arabacı geç kaldığı için atları dörtnala koşturuyordu. Karanlıkta çitten yola atlayan küçük kızı görmedi. Fark ettiğinde ise çok geçti. Atlar kaçınmak isteseler de beceremediler ve çocuğu altlarına aldılar.  Yüklü posta arabasının ağır vagonunun tekerleri sırayla kızın üstünden geçtiler. Yoldaki ağaçlardan bir kuş sürüsü çığlıklar atarak havalandı. Arabacı atların kayışlarına asıldı. Ne olduğunu anlamamıştı. Vagonun bir tekeri yerinden fırlamış, çiti kırıp bahçeye düşmüştü. Kadın pencereden tüm olan biteni dehşet içinde izliyordu. Arabacı inip önce vagona baktı. Ne olduğunu anlamak için vagonun arkasına koştuğunda yerde biçimsiz küçük bir yığın gördü. Biraz daha yaklaştığında koyu mavi elbisesi içinde tanınmayacak haldeki çocuğu gördü ve olduğu yerde dizlerinin üstüne yığılıp kaldı.
Zaman bu noktada kadın için durdu. Artık akmadığı gibi geri de alamıyordu. Ne zaman bu hayallere dalsa kızının bahçede babasıyla yuvarlandığı an da değil de hep bu anda duruyordu. Sandalyeye çöktü ve bir süre daha gözyaşlarının akmasına izin verdi.
Adam ağaçlı yoldan dönüpte evlerinin önündeki kalabalığı görünce içine bir korku düşmüştü. Yan yatmış posta arabası hala oradaydı. Polis de gelmişti. Adam koşarak onların yanından geçti ve bahçeye daldı. Karısına ve kızına seslendi. Kulübenin kapısından sadece perişan haldeki karısı çıkmıştı. Koşarak kocasına sarıldı. Adam korkan gözlerle etrafına bakınmaya devam etmiş ama kızını görememişti. İçine düşen korku büyümüş dev bir yangına dönüşmüştü. Kulübeden bir polis ve doktor çıkıp adamın yanına gelmişti. Polis şapkasını çıkarıp elini adamın omzuna koyup gözlerini yere dikmişti.
“Üzgünüm bayım.”
Adam duyduklarına inanamıyordu. Kızını görmek için yalvarmıştı. İtirazlara rağmen polis arabasının arkasına yüklenen tabutu açmış ve kızının tanınmayacak haldeki yüzünü gördüğünde haykırarak ağlamıştı. Dizlerinin bağı çözülmüş olduğu yere yığılıp kalmıştı.
Sonraki günler uzunca bir süre birbirleriyle hiç konuşmadılar. Evdeki her şeyin rengi solmuştu adeta. Hatta tüm dünyanın rengi solmuştu onlar için. Bahçedeki çimenler artık parlak yeşil değildi. Kızlarıyla birlikte güzel olan her şey de solup gitmişti. Karısı tüm günü ya yatakta ya da şöminenin yanındaki sallanan sandalyede ateşe bakarak geçiriyordu. Adamın getirdiği çorbadan birkaç kaşık alıp bırakıyordu. Bazen günlerce bir şey yemediği oluyordu. Adam karısının bu haline çok üzülüyordu ama onunla nasıl konuşacağını, ona ne söylemesi gerektiğini bilmiyordu. Sanki kelimelerde kızıyla birlikte gitmişti.
Bir akşam işten eve döndüğünde karısını yine şöminenin yanında otururken buldu. Kutusundan kemanını çıkardı ve melodisi kadının yüreğine işleyen bir şarkı çalmaya başladı. Kızının en sevdiği şarkıydı bu. Daha bebekken bu şarkıyı dinleyip uyurdu. Bugüne kadar defalarca dinlediği neşeli şarkı bu kez çok daha acı geliyordu ona. Kadın sandalyesinden kalkıp adama yaklaştı. Gözleri ağlamaktan kızarmıştı. Adama sarıldı. Sonra gidip tekrar yerine oturup boş gözlerle ateşi izlemeye devam etti. Adam karısı için endişeleniyordu. Onu bu durumdan kurtarmak için ne gerekiyorsa yapmaya hazırdı.
Adam sonraki akşam eve farklı bir heyecanla gelmişti. Karısı bunu fark etmemiş gibiydi.  Karısına söylemesi gereken bir şey vardı ama bunu nasıl anlatacağını bilemiyordu. Gece yattıktan sonra adam karısına dönerek o gün başına geleni anlatmaya başladı.
“Beni normal hayatıma devam ediyormuş gibi gördüğünü biliyorum canım. Ama yüreğim seninki kadar acıyor emin ol. Buna ben de çok üzülüyorum ve senin bu haline de üzülüyorum.” Karısı bir şey söylemedi. Adam devam etti. “O kalbimizde hep yaşayacak buna hiçbir şey engel olamaz biliyorsun. Ama artık kendini toparlamalısın.” Kadın ince ince hıçkırmaya başladı. Adam arkadan karısına sarıldı. “Bugün ilginç bir şey oldu” dedi usulca. Karısı adamın kollarının arasında ona döndü. Ne oldu der gibi baktı kocasına.
“Keman çaldığım restoranda yaşlı bir kadın vardı. İyi giyimli şık bir hanımefendiydi. Bir ara eliyle saçlarını düzeltirken bir kulağının olmadığını gördüm. Ve yemek yerken eldivenlerini çıkarmamıştı. O an fark ettim de sağ elindeki eldivenin iki parmağı boştu ve sallanıyordu. Bir kaza geçirmiş olmalı diye düşündüm ama çok üstünde durmadım. Onu inceliyor gibi görünmek istemiyordum. Neyse, kadın akşam boyunca dikkatle beni izledi. Tüm müşteriler gittikten sonra çıkıp şehrin çıkışına doğru yürümeye başladım. Bir sokağı döndükten sonra koluma biri yapıştı. Korkuyla irkildim. ‘Sakin ol, korkma’ dedi biri. Sokak lambasının altına çıktığında tüm akşam beni izleyen kadın olduğunu gördüm.” Karısının merakı artmıştı. Şimdi ilgiyle dinliyordu. “Ne istiyorsunuz benden? diye sordum. Kemanımdan çıkan ezgilerin içinde yoğun bir hüzün hissettiğini söyledi. Onun yüreğine dokunmuşum. Yıllar önce kaybettiği kızını hatırlatmışım ona. O böyle söyleyince kalbim bir kez daha burkuldu. ‘Sen de büyük bir kayıp yaşamışsın, bunu gözlerinden okuyabiliyorum’ dedi bana. Şaşırmıştım. Belki restorana sık gelen biriydi ve oradakilerden…” sustu, bunu nasıl söyleyeceğini düşündü sonra devam etti “…talihsiz kazayı duymuş olabilir diye düşündüm ama kadını daha önce gördüğümü hatırlamıyordum.”
“Ee? Sonra ne oldu?” diye sordu karısı merakla.
“Kaybınız için çok üzüldüm dedim kadına. Ona acımıştım ama acımı anlayabilecek birini gördüğüm için de seviniyordum. Evet bende bir kayıp yaşadım dedim. Acısı hala çok taze, eğer müziğimle sizi rahatsız ettiysem özür dilerim dedim. Hayır anlamında başını salladı kadın. Çok beğendiğini söyledi.”
“Sadece teşekkür mü etmek istemiş yani?”
“Bir bakıma evet. İstersek bize yardım edebileceğini söyledi.”
“Nasıl bir yardım? Ben kimsenin bize acımasını veya para vermesini istemiyorum!”
“Biliyorum hayatım. İlk başta bende öyle düşündüm ama kadın öyle bir şey teklif etmedi.”
“Ne teklif etti peki?”
“Onu tekrar görmek isteyip istemediğimi sordu.” Karısı şaşırmıştı. Kaşlarını kaldırıp kocasına sorarcasına baktı. “Tabi ki onu görmek istediğimi ama bunun artık imkânsız olduğunu söyledim. O hep hatıralarımda, aklımda olacak zaten dedim. Kadın yine başını salladı. Onu ‘GERÇEKTEN’ görmek isteyip istemediğimi sordu. Ne demek istediğini anlamadığımı yüzümden anlamış olmalı ki hemen açıklamaya başladı. Kendi kızı malikânelerinde oynarken havuza düşmüş. Kimse onu görmemiş ve çocuk boğulmuş. Kadın bunun üzerine hayata küsmüş. Ne yaptılarsa onu girdiği bunalımdan çıkaramamışlar. Şehre panayır geldiğinde kocası onu zorla da olsa panayıra götürmüş. Orada falcı bir kadınla karşılaşmış. Falcı ona tanıdığı birinden bahsetmiş. Ölen kızını tekrar görebileceğini söylemiş. Kadın içinde bulunduğu ruh haliyle buna inanmış tabi. Onu son bir kez de olsa görmek için her şeyi vermeye hazırmış. Ertesi gün falcının tarif ettiği yere gitmiş.”
“Ne olmuş peki? Kızını tekrar görebilmiş mi?” karısının gözleri şimdi büyük bir ilgi ve heyecanla ışıldıyordu.
“Gördüğünü söyledi” dedi adam. Kadının gözlerine eski canlılığı gelmişti. Karısını böyle mutlu ve umut dolu görmeyeli bir asır geçmiş gibi geliyordu ona.
“Nasıl peki? Ne yapmamız gerekiyormuş? Nereye gideceğiz? Bu kadın neredeymiş?” karısı heyecanla soruları arka arkaya sıraladı.
“Tamam sakin ol. Detayları bilmiyorum, kadın anlatmadı. Sadece onu nerede bulacağımı tarif etti. Sonra da dönüp gitti.”
“Bu kadar mı?”
“Evet. Çok garipti. Belki kafadan çatlak biriydi. Kızını kaybetmek aklını da kaybetmesine sebep oldu. Böyle bir şeyin olamayacağını biliyorum. Sadece çok garip bir olaydı. Zor durumdaki insanları kandıran bir panayır soytarısının işidir muhtemelen. Kadına acıdım doğrusu.”
“Ya doğru söylüyorsa? Ya bir yolu varsa?” Karısı yatakta doğrulmuştu.
“Böyle bir şeyin olması imkânsız canım. Bunu kabul etmemiz gerekiyor.”
“Oraya gitmeliyiz!” dedi kadın kesin bir ifadeyle. “Gözlerimle görmek istiyorum.”
“Öyle bir yerin var olduğundan bile emin değiliz ki. Aptal bir ormanın ortasına kadar gidip hiçbir şey göremeden geri döneceğiz muhtemelen. O falcı da katıla katıla gülecektir kandırdığı insanlara.”
“Lütfen” dedi yalvarır gözlerle. “Gidip görelim. Ne kaybederiz ki?” Adam karısını ikna edemeyeceğini anlamıştı. Evet ne kaybedebilirlerdi ki? En fazla izin gününü bir ormanda hiçbir şey bulamadan dolaşarak geçirmiş olacaktı. Eğer bu gezi karısını kendine getirecekse, durumu kabullenmesini kolaylaştıracaksa o bir günü feda etmeye hazırdı.
“Peki” dedi adam karısını öperek. “Bu Perşembe gidip bakarız. Ama kendini fazla kaptırma, büyük bir beklentiye sokma. Muhtemelen ormanda biraz dolaşıp gelmiş olacağız.”
“Tamam” dedi karısı. Ama içinde umut filizi açmıştı bir kere. Buna çoktan inanmaya başlamıştı.
Oturduğu sandalyeden şimdi bahçeyi seyrediyordu. Üç yıl önce o yaşlı kadının tarif ettiği yerde buldukları eski kulübeyi ve içindeki cadının onlara anlattıklarını tekrar düşündü. Cadı istediği şeyleri ve yapmaları gerekenleri söyleyip onları göndermişti. Kızlarının ölümünün kırk birinci gününde kocası ona gitmeliydi. Kadının da evde yapması gerekenler vardı. Cadı yapması gerekenleri yapacak, kocası eve döndüğünde de kızlarını tekrar görebileceklerdi. Kocası buna her ne kadar inanmamış olsa da o gece kızlarını şöminenin yanında ete kemiğe bürünmüş şekilde gördüklerinde kadın gözyaşlarını tutamamış ve onu doyasıya izlemişti. Adam ise dehşete düşmüştü. Kızının (veya kızı olarak görünen şeyin) gözlerine kısa bir an bakması onun aslında gerçekten kızı olmadığını anlamasına yetmişti. Sonraki yıllarda ise onun gözlerine bir daha hiç bakmamıştı. Ama karısı bunun farkında değildi. O gördüğü şeyin GERÇEKTEN kızı olduğuna inanıyordu. Adam karısının kendini iyi ve mutlu hissettiğini, iyileştiğini görünce buna katlanmıştı. Sonraki yıl karısı yine istemiş ve sonraki yıl bu isteğindeki ısrarı artmıştı. Adam bunun sonunun iyiye gitmediğini gördüğünden geçen yıl bunun son olduğunu söylemişti. Karısına da söz verdirmişti.
Kadın söz verdiğini biliyordu ve evet sonsuza dek buna devam edemezlerdi ama son bir kez daha yapabilirlerdi. Tarih gelmişti ve yarın kocası cadıya gitmeliydi. Ama kocası sabah kahvaltıda kesin bir şekilde bunu yapmayacağını söylemişti. Onu nasıl ikna edecekti? Biraz düşündü ve yüzünde acımasız bir gülümseme ile oturduğu sandalyeden kalktı. Onu ikna etmesine gerek yoktu ki. Kocasını mecbur bırakması yeterliydi.
Mutfağa gidip bir tatlı kaşığı ve bir de küçük kavanoz alıp odaya döndü. Onları masanın üzerine bırakıp yatak odasına gitti. Küçük el aynasını ve makası alıp onları da diğer getirdiklerinin yanına bıraktı. Pamuk ve sargı bezi de getirdi. Korku veya endişe gibi olumsuz duygular hissetmiyordu. Kızını görme isteği tüm duygularına baskın geliyordu. Sandalyeye oturdu. Aynayı yüzünü görecek şekilde önüne aldı. Cadı onlara ne demişti? Fedakârlık ne kadar büyük olursa kızlarını o kadar uzun süre görebilirlerdi. Madem son kez görecekti o zaman buna değmeliydi. Kızını son kez ve uzunca görebilmek için bu fedakârlığı yapmak zorundaydı. Hatta bu fedakârlığı yapmayı istiyordu. Tatlı kaşığını sağ eline aldı. Sol eliyle sol göz kapağını aşağı doğru iyice çekti. Göz kapağının içinin kırmızısı parlıyordu. Sağ elindeki kaşığı dikkatlice yanaştırdı. Yüreğinde veya aklında korku yoktu. Tereddüt etmedi, elleri de titremedi. Göz çukurunun alt kısmına bastırarak kaşığı gözünün altına yavaşça itti.
Adam artık kâbuslar görmeyeceğini bilerek çok mutlu çalmıştı kemanını. Bir daha o cadıya gitmek zorunda kalmayacaktı. Kızıyla geçirdiği mutlu anılar ömrünün sonuna kadar ona yeterdi. Karısı biraz zorlanacaktı muhtemelen ama o da bu duruma alışacaktı. Hem belki kendini biraz daha toparladıktan sonra tekrar çocuk sahibi olmayı da konuşabilirlerdi. Ama şimdi değil. Onunda zamanı gelecekti.
Şehirden bir arkadaşının at arabasıyla ayrılmıştı. Kendi evlerine giden yol ayrımında indi. Kalan yolu yürümek istiyordu. Hava henüz kararmamıştı ama ufukta kara bulutlar toplanmaya başlamıştı. Bir saate kalmaz yine yağmur yağacak gibiydi ama şimdilik hava açıktı ve adam bu güzel havanın tadını çıkaracaktı. Ağaçlı yolu geçip kulübelerini görünce içine bir sevinç doldu. Adımlarını hızlandırdı. Bahçe kapısını açarken karısını kapıda görmeyi ummuştu ama kimse yoktu. Belki mutfakta yemek yapıyordur diye düşünüp devam etti. Ama bir tuhaflık vardı. Pencereden sadece şöminede yanan ateşin kıpırdayan soluk ışığı görünüyordu. Karısı ışıkları açmamıştı. Sevinci yerini yavaşça endişeye bırakırken kapıyı açıp içeri adımını attı.
“Hayatım ben geldim!” Gözleri önce şöminenin yanındaki sallanan sandalyeye baktı ama orası boştu. Sağa doğru loş odayı tarayarak döndü ve karısını pencerenin kenarındaki yemek masasında, sırtı dönük otururken gördü.
“Hayatım?” dedi ona doğru yürürken. Onun yanına gelene kadar kafasındaki sargıyı fark etmemişti.
“Olamaz! Ne oldu canım? İyi misin?” diye panikle yanına geçti. Kadın ona döndüğünde sol gözünü kapatan bezi gördü. Bir kısmı kanlıydı. Kadın sağlam gözüyle adama baktı.
“Son bir kez daha” diyerek avuçlarının arasında tuttuğu kavanozu masanın üzerine koyup adama doğru itti.
“Hayır olamaz! Ne yaptın sen?” dedi önüne koyulan kavanoza bakarak. Karısının bakmaya doyamadığı o güzel gözlerinden biri şimdi onun içinde yüzüyordu. Adam hışımla ayağa kalkıp geriledi. “Söz vermiştik! Yapmayacaktık!” Kadının tek gözünden bir damla yaş süzüldü.
“Son kez, lütfen.”
“Hayır, hayır, hayır! Bunu yapmayacağım!”
Kadın da ayağa kalkıp ona doğru bir adım attı. Ellerini tuttu ve tek gözüyle kocasının gözlerinin içine baktı.
“Bu fedakârlığım boşa mı gitsin yani!” dedi öfkeyle. Sonra sesini yumuşattı. “Senden bu kadar büyük bir şey istemiyorum. Yine küçük bir parçan yeterli. Onu son kez görelim ve bitsin.”
“Bu saçmalık! O cadıya başka bir parçamı daha vermeyeceğim. Onun bana…” gerisini getirmedi. Karısı kaşını çatıp baktı. “… Onun bizi kullanmasına daha fazla izin vermeyeceğim. O bize yalan söyledi anlamıyor musun? Bize kızımızı göreceğimizi söyledi ama bize gösterdiği şey bir şeytan!”
Kadın öfkeyle kocasının ellerini bırakıp geriledi. Geri geri gidip masaya yaslandı. Dışarısı birden daha da karardı. Adamın gelirken gördüğü kara bulutlar artık tepelerindeydi.
“Kızım hakkında nasıl böyle konuşabilirsin!”
“Kızımız melek oldu” dedi adam titreyen sesiyle. “Ve burada sonsuz dek yaşayacak” diyerek elini kalbine koydu. “O gördüğümüz gerçek kızımız değil! Cadı bizi kandırdı!”
“Hayır, hayır, hayır duymak istemiyorum. Sus artık sus!” diye bağırdı kadın kulaklarını kapatarak. “Ya onu tekrar görürüm ya da ben de onun yanına giderim” diyerek masada duran büyük et bıçağını eline aldı. Adam şaşkın ve acıyan gözlerle karısına bakıyordu. Donup kalmıştı. Kadın bıçağı bileğine dayadı ve bastırdı. Bileğinden incecik bir kan sızıp yere damladı.
“Hayatım ne yapıyorsun! Saçmalama, lütfen o bıçağı bırak! Hadi gel konuşalım bunu” diyerek ona bir adım yaklaştı. Kadın bileğini ve ona dayalı bıçağı yukarı kaldırıp bağırdı.
“Yaklaşma! Yemin ederim yaparım. Onu görmeden yaşamaktansa ölmeyi yeğlerim!” Adam iki elini de kaldırıp olduğu yerde durdu. O sırada bir şimşek çaktı. Pencereden giren beyaz ışıkla karısını bir anlığına sadece siluet olarak gördü.
“Tamam canım tamam. Sakin ol. Sana zarar vermeyeceğim, böyle bir şeyi asla yapmam biliyorsun. Sadece yardım etmek istiyorum.”
“O zaman yapman gerekeni biliyorsun. Kızımın üstüne yemin ediyorum ki bu son olacak.” Kollarını aşağı indirdi. Biraz daha sakinleşmişti. “Lütfen, benim için.”
Adamın omuzları pes edercesine çöktü. Derin bir nefes alıp verdi.
“Tamam” dedi. “Senin için bunu son bir kez daha yapacağım ama bundan sonra bu konu tamamen kapanacak!”
“Söz veriyorum” dedi kadın heyecanla. Adam karısının önüne kadar gelip elindeki bıçağı aldı. Karısını sandalyeye oturtup bileğindeki ince kesiğe baktı. Bıçağı masaya bırakıp sargı bezinden kalanla kadının bileğini sardı. Sonra duraksadı. Düşünüyordu. Ayağından bir parmağı daha feda edebilir miydi? Şu halde bile yürüyüşü eskisi gibi hızlı değildi. Yürümeyi seviyordu ve bir şeytan için bundan vaz geçmeyecekti. Karısı onun ne düşündüğünü anlamıştı. Adamın sağ elini avucuna aldı. Serçe parmağını tutup okşadı. Dışarıda yağmur başlamıştı.
“Hayır” dedi adam. “Keman çaldığım elim olmaz.”
“Keman yayını tutarken buna ihtiyacın yok ki” dedi yumuşak bir sesle. “Diğer parmakların yayı tutmak için yeter.” Karısının doğru söylediğini biliyordu. Bir şey demeden başka bir yol aramak için sessizliğini korudu. Ama başka bir şey aklına gelmedi. Kadın hala onun serçe parmağını okşuyordu. Ona gülümsedi. Adamın parmağını masaya koydu. Ayağa kalkıp biraz önce bileğine dayadığı büyük bıçağı aldı. Daha yeni bilediği bıçağın çeliği çakan şimşekle bembeyaz parladı. Havaya kaldırdı ve tüm gücüyle indirdi. Şimşeğin ardından gelen gök gürültüsü adamın acı ve öfke dolu çığlığını adeta yuttu.
Kadın kopan parmağı alıp güzelce temizledi. Özenle kavanozun içine, yüzen gözünün yanına bıraktı. Adam eskiden parmağının olduğu yere öfkeyle bakıyordu. Buna izin vermemeliydi ama artık çok geçti. Karısının iyileşmesi için bunu son bir kez daha yapmak zorundaydı.
Kadın kavanozun kapağını dikkatlice kapattıktan sonra şömineye daha önce koyduğu demir çubuğu aldı. Adam ne olacağını biliyordu. Kanayan elini öne doğru uzattı. Kadın ucu kor halinde kıpkırmızı parlayan demiri kocasının kesilen parmağının olduğu yere yaklaştırıp bastırdı. Adam acıyla bir çığlık daha attı ve dizlerinin üzerine çöktü. Bileğinden kavramış üzerinde dumanlar tüten eline bakarak ağlıyordu. Kadın demiri şöminenin yanına bırakıp kocasının yanına diz çöktü. Dağladığı parmağa geçen seneden kalan merhemi özenle sürdü. Sonra güzelce sardı. Hepsi bitince adamın başını göğsüne yaslayıp sarıldı, saçlarını okşadı.
“Buna değecek sevgilim. Hiç merak etme. Fedakârlıklarımız boşa gitmeyecek.” Bir süre şöminenin önünde öylece durdular.  
“Artık gitmelisin” dedi kadın ayağa kalkarak. Adam bunu zaten biliyordu ama tüm bedeni gitmemek için direniyordu. Karısı adamın neden bu kadar direndiğini anlamıyordu. Asıl büyük fedakârlığı zaten kendisi yapmıştı. Adam alt tarafı cadıya malzemeleri götürüp gelecekti.
Karısı ilk seferinde cadının ne yaptığını sorduğunda adam malzemeleri ona verip dışarıda beklediğini söylemişti. Oraya gitmek bile dehşet vericiydi adam için. O yüzden gitmek istemiyordu. O yolculuğa bir daha katlanmak istemiyordu ama işte yine buradaydı. Bir kez daha bunu yapmak zorundaydı.
Adam kapının önünde beklerken karısı onun çantasını hazırladı. Çantaya bir parça ekmek ve peynir koydu. Masada duran siyah kalın kadife kumaşın ortasına kavanozu koydu. Sonra yatak odasına gidip çekmecede sakladığı kızının saçlarından bir tutamı da getirip kumaşın içine koydu. Adam bu saçları alabilmek için gece vakti kızının mezarını açmak zorunda kalmıştı. Kadın kumaşı güzelce katladı ve onu da çantaya koydu. Adam çantayı omzuna taktı. Sağlam eliyle keman kutusunu aldı. Sargılı elini cebine soktu ve arkasını döndü. Karısı onu durdurup sarıldı ve öptü. Adam karısının öpücüğüne isteksizce karşılık verdi. Bir şey söylemeden evden çıkıp hızlı adımlarla bahçeyi geçti. Hava iyice kararmış yağmur da kesilmişti.
   Kadın kapının eşiğinden kocasını izledi. Kalbi sevinç doluydu. Kızını tekrar görecekti. Adam arkasını dönüp eve bakmayınca kadın da eve girdi. Sallanan sandalyesine yerleşip örgüsünü eline aldı. Kızının en sevdiği şarkıyı mırıldanarak keyifle sallanmaya başladı.
   Adamın elindeki sızı merhemin etkisiyle azalmıştı.  Hızlı hızlı yürüyordu. Bu saatte şehre giden birine rastlaması çok zordu. Akşam dokuz trenine yetişebilirdi ama oldukça yorulurdu. Yol ayrımını geçtikten kısa bir süre sonra bir at arabası denk geldi ve şehre kadar onunla gitti. Tren istasyonuna bir saat önce geldi. Başka zaman olsa sevdiği mekâna gidip bir şeyler içer ve arkadaşlarıyla sohbet ederdi. Ama bugün bunların hiçbirini istemiyordu.
İçerideki bekleme salonu daha sıcaktı ama o perondaki banklardan birine oturdu. Olabildiğince temiz hava almak istiyordu. Parmağı soğuktan sızlasa bile buna aldırmadı. Tren gelene kadar o bankta öylece oturup raylara baktı. Kızının ölümünden beri olanları düşündü. O cadıya hiç gitmemiş olmayı öyle çok istiyordu ki. Acaba gitmemiş olsalar nasıl olurdu. O lanetli gün karısına itiraz edip, tüm bağırıp çağırmalarına göğüs gerip gitmemiş olsalardı her şey ne kadarda güzel olurdu diye düşündü. Belki karısı uzun bir süre kendine gelemeyecek, bu acıyı daha geç atlatacaktı ama olsun, şu an düştüğü durumdan yine de bin kat daha iyi olurdu. Tabi iş işten geçtikten sonra bunları düşünmenin bir anlamı yoktu. Artık olan olmuştu ve buradaydı. Teselliyi bunun son olduğuna inanmakta buluyordu.
Perona giren trenin düdüğüyle daldığı düşüncelerden çıktı. Tren durup büyük bir tıslama ile fazla buharı dışarı saldı. Biletine bakıp üzerinde A-65 yazan vagona bindi. Onu kötülüğün kalbine götürecek olan kompartımana girip camın kenarına oturdu. Yaklaşık iki saat sürecek bir yolculuktan sonra hiçliğin ortasındaki bir kasabada inecek, oradan da kasabalıların Uğultulu Orman dedikleri yere, bulabilirse atla bulamazsa yürüyerek gidecekti.
Kompartımana genç bir çift ve sekiz yaşlarında bir kız çocuğu girdi. Baba şapkasını çıkarıp selam verdi. Adam kucağındaki keman kutusuyla hafifçe doğruldu ve başıyla selama karşılık verdi. Çocukta aynı sevecenlikle selam verdi. Adam çocuğa bakıp gülümsedi. Kendi kızı da yaşasaydı onun yaşlarında olacaktı. Gözlerinin nemlendiğini hissedince başını cama çevirip dışarıya bakmaya başladı.
Aile yerleştikten sonra küçük kız adamın kucağındaki keman kutusuna bakıp sordu:
“Keman mı çalıyorsunuz efendim?”
Adam irkilerek önüne döndü.
“Beyefendiyi rahatsız etme tatlım” dedi annesi. “Kusura bakmayın lütfen. Kızım da keman çalmaya meraklıdır da.”
“Haftada iki gün ders alıyorum” dedi kız heyecanla.
“Bu çok güzel” dedi adam içten bir gülümsemeyle. “Çok güzel çalabildiğine eminim.”
“Henüz çok güzel çalamıyorum ama öğretmenim her geçen gün daha iyiye gittiğimi söylüyor.”
“Bundan hiç şüphem yok” dedi adam.
“Bana küçük bir şey çalar mısınız rica etsem?” diye sordu kız.
“Bugün çalabileceğimi sanmıyorum tatlım” dedi sargılı elini göstererek.
“Ah çok üzüldüm bayım” dedi annesi. “Hadi artık beyefendiyi daha fazla rahatsız etme istersen” diyerek kızına kaş göz işaretleriyle artık durmasını işaret etti.
“Hiç önemli değil hanımefendi” dedi adam. “Benimde onun yaşında bir kızım var” bir az duraksadı, “vardı” diye düzeltti. Başı öne eğilmişti. “İstediğini sorabilirsin küçük hanım, çekinmene gerek yok” dedi kıza tekrar gülümseyerek.
“Yolculuk nereye?” diye söze girdi çocuğun babası. Konuyu değiştirmek istemişti.
“Koyuçayır Kasabası’na gidiyorum.”
“Ah öyle mi? Trenin orada durduğunu bilmiyordum.”
“Oraya giden pek olmadığı için genelde durmaz.”
“Oranın insanları hakkında çokta iyi şeyler söylemiyorlar” dedi adam kolunu kızının omzuna dolayarak. ‘Oraya giden insanlar hakkında da’ der gibi bir ifadeyle baktı adama.
“Evet öyle bir söylenti var. Ben sadece birine birkaç emanet bırakıp döneceğim zaten. Orada yaşamıyorum.” Adam karısı ve kızına işaret ederek kalktılar.
“Size iyi akşamlar bayım” dedi ve başka kompartımana geçmek için çıktılar. Küçük kız son kez dönüp başıyla selam verdi.
Adam kafasını cama çevirip dışarıyı seyretmeye koyuldu. Uyumak istiyordu ama uykusu yoktu. Dışarıda hiçbir şey gözükmüyordu. Çantasından ekmek ve peyniri çıkarıp canı istemese de biraz yedi. Eğer at bulamazsa yürümesi gerekecekti ve enerjiye ihtiyacı olacaktı.
Kompartımanın kapısı çalınıp açıldığında daldığı düşüncelerden sıyrıldı. Kondüktör kasabaya geldiklerini söyledi. Adam toparlanıp kompartımandan çıktı. Soğuk ve karanlık gecede Koyuçayır Kasabası’nın küçük istasyonuna indi. Bir tane lambanın zar zor aydınlattığı istasyonda sadece görevli vardı. Yaşlı görevli trenden inen adamı baştan aşağı süzdü. Onu geçen senelerden tanıyordu. Ne için geldiğini de biliyordu. Tütün çiğnemekten sararmış dişleri ile adama sırıttı. Adam bir şey söylemeden istasyondan çıkıp kasabaya doğru yürümeye başladı.
Kasaba ölü gibiydi. Kimsecikler yoktu etrafta. Kasabanın küçük meydanına doğru yürüdü. Sanki karanlık sokaklardan, evlerin karanlık pencerelerinin arkasından sinsi gözler onu takip ediyor gibi geliyordu ona. Hızlı adımlarla kasabanın köhne hanına geldi. Hanın küçük pencerelerinden loş bir ışık geliyordu. Şehirdeki mekânların aksine buradan kahkaha ve gürültü sesleri gelmiyordu. Adam iki küçük basamağı çıkıp kapıyı itti. Eski tahta kapı gıcırdayarak açıldı. Handa oturan birkaç kişi kafalarını masadan kaldırıp içeri giren iyi giyimli adama baktılar. Hancı tezgâhın arkasından tehditkâr gözlerle adamı süzdü.  Gür ve kalın sesiyle konuştu.
“Ne istemiştiniz?” Herkes susmuş adamın vereceği cevabı bekliyordu.
“Bana bir at lazım” dedi adam sesinin titrememesi için uğraş vererek. “Sabaha kadar bir at kiralamak istiyorum.” İçerdekiler biraz daha ona baktıktan sonra önlerine döndüler. Kısık sesle konuşmaya devam ettiler. Hancı da omzundaki havluyu alıp tezgâhını silmeye devam etti. Adam bir süre daha bekledikten sonra kimsenin ona yardım etmeyeceğini anlayıp dışarı çıktı. Gündüz bile yürümek istemeyeceği o kasvetli ormana gecenin bu vaktinde yürüyerek gitmek istemiyordu ama başka çaresi yoktu. Derin bir iç çekip basamakları indi.
“Sana bir at bulabilirim istersen” dedi ince bir ses. Hanın hemen yanındaki karanlık sokaktan gelmişti bu ses. Adam irkilerek o tarafa döndü. Gölgelerin içinden kısa boylu tıknaz bir adam çıktı. Geniş siperlikli şapkası yüzünü gölgeliyordu. “Bir at arıyorsun değil mi?” diye sordu tekrar.
“E, Evet”
“İyi işte. Bende de bir at var. Eğer istiyorsan.”
“Evet, yarın sabaha kadar kiralamak istiyorum. Ne istiyorsunuz at için?”
“Şu elindeki kutuda ne var? Pahalı bir şeye benziyor.”
“Kemanım var ama onu veremem. O bana lazım.”
“Tüh yazık oldu. Başka ne verebilirsin?” dedi yüzünü buruşturarak. “Siz şehirlilerin güzel şeyleri oluyor.”
“Saatimi verebilirim isterseniz” diyerek cebinden köstekli saatini çıkarıp adama uzattı. Adam solgun ışıkta saati incelemeye başladı. “Zinciri gümüştür” diye ekledi.
“Evet, evet görüyorum. Oldukça güzel bir saat bu.” Biraz daha evirip çevirdi ve saati cebine koydu. “Beni takip et” diyerek sırıttı ve orman yoluna doğru yürümeye başladı. Adam da birkaç adım arkasından onu takip etti. Evlerin arasından devam edip dar bir yolu takip ederek kasabadan çıktılar. Ormana giden yolun kenarındaki bir ağaca bağlı bekleyen at sahibini görünce kişnedi. Tıknaz adam atın bağını çözüp adamın eline tutuşturdu.
“Sabah güneş doğduğunda burada olursan iyi olur” dedi. Sonra da arkasını dönüp hızlı adımlarla uzaklaştı. Adam atın sırtına çıkıp ormana doğru döndürdü. At ormana girerken biraz huysuzlandı. Ağaçlarda göremediği ama sayılarının çok olduğu belli olan bir sürü karga heyecanla gakladı. Kimisi havalanıp uçtu. Atın kulağına doğru eğildi.
“Biliyorum kızım. Ben de huzursuzum ama korkma. Sana bir şey olmayacak” dedi ve atı mahmuzlayıp Uğultulu Orman’ın derinliklerine daldılar.
Adam yolu unutmamıştı. Veya bir his onu doğru yolda götürüyordu, emin değildi. Sağ tarafındaki devrilmiş ağacı hatırladı. Sanki orman hiç değişmemişti. Her şey çürümüş ve kokuşmuş görünüyordu ona. Sağında ve solunda iğrenç gözler onu izliyormuş gibi hissediyordu. İçerilere girdikçe etrafı kaplayan sis, kasvetli ve tekinsiz ormanı daha da ürkütücü kılıyordu. Ormana girdiğinden beri belli belirsiz bir uğultu duyuyordu ama şimdi bu uğultu artmıştı. Belki rüzgâr boş ağaç kovuklarından geçerken bu sesi çıkarıyordu. Öyle olduğuna inanmayı istiyordu. Uğultu arttıkça onu izleyen gözlerinde arttığını hissetti. Binlerce göz şimdi adamı izliyordu sanki. Ormandaki her şey hep bir ağızdan mırıldanıyordu. Uzaklarda bir kurt uluduğunda at huysuzluğunu daha da belli etmeye başladı. Adam atı sakinleştirmeye çalıştıysa da bu kısa süreli işe yaradı.
Neyse ki bitmek bilmeyen yol sonunda cadının kulübesinin önünde sona erdi. Biçimsiz çatısı, her yerini sarmaşıkların bürüdüğü duvarları, içeriyi göstermeyen küçük pencereleri ile görenlerin tüylerini diken diken eden rahatsız edici bir yerdi. At yine huzursuzca kişnedi. Adam atı durdurup aşağı indi. Bir eli ile atın kafasını okşuyor korkmamasını söyleyerek sakinleştirmeye çalışıyordu. Bir noktadan sonra at daha fazla yürümeyi reddedince onu olduğu yerdeki bir ağaca bağladı. Kapıya doğru ağır adımlarla yürümeye başladı. Ağaçlar sanki kapkaraydı veya ayın solgun ışığında öyle görünüyorlardı. Ağaçlarda ve evin çatısında tünemiş kargalar ona hoş geldin der gibi sevinçle gaklamaya başladılar. Kapıya yaklaşıp durdu. Yumruğunu kaldırıp vuracakken kapı ürkütücü bir gıcırtıyla içe doğru yavaşça açıldı. Antik zamanlardan kalma bir canavarın karanlık ağzına benziyordu. Adam sağına soluna baktı ve içeri adımını attı.
Kocası gittikten sonra kadının içini tarifi imkânsız bir mutluluk sardı. Yarın gece kızını göreceği için içi içine sığmıyordu. Kocasını kızdırmıştı, ona oyun oynamış ve onu mecbur bırakmıştı. Kocası bu yüzden öfkeliydi ve ona bir süre surat asacaktı ama olsun. Kızlarını görünce nasılsa o da yumuşayacaktı. Hem o da kızını çok özlediğini söylüyordu. Ama bu kez gerçekten de son olacaktı. Artık bunu yapmayacaktı. Neyse şimdi bunları düşünmesine gerek yoktu. Ne demişti ormandaki cadı, fedakârlık ne kadar büyük olursa kızlarını o kadar uzun görebilirlerdi. Herhalde bu son fedakârlığı sayesinde belki de tüm gece kızını görüp onunla konuşabilecekti! Bunu düşündükçe heyecanlanıyordu. Bir an önce yarın olsa da kocası gelseydi keşke. Geceliğini giyip yüzünde kocaman bir gülümseme ile yatağa girdi. Kocasının bu gece cadının evinin dışında beklemek zorunda kalacağını düşününce onun için üzüldü. Ama olsun, sadece birkaç saat kapının önünde oturacaktı nasılsa. Bu düşüncelerle derin huzurlu bir uykuya daldı. Rüyasında kızını gördü.
Her şey hatırladığı gibiydi adamın. Sağ tarafta eski kara bir masa ve üzerinde açık duran bir kitap vardı. Geniş bir kap ve ne olduklarını bilmediği bir sürü malzeme duruyordu. Birkaç mum masayı zoraki aydınlatıyordu. Şöminede cılız bir ateş vardı. Duvardaki raflarda içlerinde ne olduğunu bilmediği (bilmekte istemediği) farklı boyut ve şekillerde kavanozlar, şişeler, çömlekler vardı. Sol tarafta, üzerinde yer yer delikler ve yamalar olan bir perdeyle ayrılmış başka bir oda vardı. Adam ses çıkarmadan bekledi. Biraz sonra perde aralandı ve yaşlı kadın sırıtarak odasından çıktı. Keçe gibi olmuş karışık saçlarının üzerinde dallardan ve dikenlerden yapılmış garip bir taç vardı. Tek parça paspal elbisesinin altında sarkmış iri göğüsleri belli oluyordu.  Adamı gördüğünde gözlerinin içi parladı.
“Ah, hoş geldin kemancı” dedi adamı baştan aşağı süzerek. “Bende seni bekliyordum.” Adam kadının gözlerinin üzerinde gezmesinden tiksinmişti. Sanki böcekler, çıyanlar, örümcekler ve daha başka türlü bin çeşit iğrenç yaratık derisinin üzerinde kımıl kımıl geziniyordu.
“Bir an önce bitirelim şu işi” dedi adam sabırsızca.
“Acelen ne kemancı. Böyle işler itinayla yapılmalı, öyle değil mi?” Adam bir şey demeden omzundaki çantadan siyah kadife kumaşı çıkarıp cadıya uzattı. Cadı avuçlarını adamın ellerinin üzerine koyarak gözlerinin içine baktı. Buruşuk elleriyle adamın ellerini okşadı. Sargı bezi üzerinden kesilen serçe parmağının üzerinde biraz durdu sonra paketi alıp masaya koydu. Kumaşın katlarını açtıktan sonra kavanozu eline alıp havaya kaldırdı. Kavanozda yüzen gözü görünce önce şaşırdı sonra memnun bir ifade yayıldı yüzüne.
“Kızınızı bu kadar çok görmek istiyorsunuz ha?” dedi sırıtarak. Parmağını kavanoza birkaç kez vurdu. Uzun sivri tırnakları camda tiz bir tıkırtı çıkardı. “Bu fedakârlıkların en değerlisidir, biliyor muydun?” diye ekledi. Bu aslında bir soru değildi. “Bu fedakârlığı sayesinde kızını daha uzun göreceği kesin. Yalnız…” cadı cümlesini bitirmeden biraz duraksadı. Adamın gözlerine bakıyordu.
“Yalnız ne?”
“Yalnız, dikkatli olmalısın. Ne kadar uzun kalırsa gitmesi de o kadar zor olacaktır.”
“Ne demek istiyorsun? Açık konuşsana!”
“Şşşş. Nerede olduğunu unutma kemancı. Buraya kendi rızanla geldin.” Gözlerinde tehditkâr bir ışıltı vardı şimdi. “Demek istediğim kızın ne kadar çok burada kalırsa o kadar çok kalmak isteyecektir. Ve karının yaptığı fedakârlık sayesinde de oldukça uzun kalacak.”
“Peki ne yapmalıyım?” Adamın sesi daha yumuşaktı şimdi. Cadının da yüzü tekrar yumuşadı.
“Her varlık ait olduğu yerde kalmalı değil mi? Ölenler kendi dünyalarında, canlılar bu dünyada ve onları buraya getiren eşlikçiler de bu iki dünyanın arasında. Düzeni korumalıyız.”
“Tamam anladım ama ben ne yapabilirim?”
“Eğer geri gitmek istemezse onu sen göndermelisin.”
“Nasıl yapacağım bunu?”
“Bir yolunu bulursun” diyerek adama göz kırptı. “Vakit geçiyor hazırlanmamız gerek” dedi ve kavanozu masaya bıraktı. Şöminenin yanındaki raftan bir şişe aldı. Adam tiksintiyle baktı. Bunu kesinlikle istemiyordu. Cadı şişenin kapağını açıp adamın dudaklarının arasına yerleştirdi. Şişeyi yavaşça kaldırıp adamın ağzına birkaç yudum akıttı. Adam yüzünü buruşturarak biraz acı ve ekşimsi bir tadı olan ne olduğunu bilmediği sıvıyı yuttu. Âdemelmasının yukarı kalkıp tekrar aşağı inmesini zevkle izledi cadı. Adamın paltosunu çıkardı. Sonra ceketini ve gömleğini de çıkarıp kenara koydu. Başıyla belden aşağısını işaret etti. Adam pantolonunu ve içliğini çıkarırken cadı masaya döndü. Kavanozdaki gözü ve parmağı aldı ve geniş kabın içine koyup çalışmaya başladı.
Adam cadının ne yaptığını göremiyordu. Elleri çalışırken fısıltıyla bir şeyler söylüyordu. Bir dua ediyor veya büyülü sözler söylüyordu, emin değildi. Zaten duymakta istemiyordu. Şöminenin önünde çırılçıplak durmuş bekliyordu. İçeri girdiğinde cılız olan ateş şimdi daha da güçlenmişti. Sıcaklık da artmıştı sanki. Adam bunun anlamını biliyordu. Oda genişlemeye başladı. Kadının fısıltıları yükseldi ve odayı doldurdu. Kulaklarında o anlamadığı kadim cümleler yankılanıyordu. Anlamasa bile her bir kelimenin pis ve uğursuz olduğunu hissediyordu. Vücudu terlemeye başlamıştı. Alnındaki damlalar gözünün önünden kayıp iniyordu. Başı dönmeye ve odanın şekli giderek değişmeye başladı. Ateş daha da güçlenmiş ve odayı kızıla boyuyordu şimdi. Alevler duvarlarda dans ediyordu. Bacakları yumuşamaya başlamış sanki eriyor gibi hissediyordu. Odanın ortasına diz çöktü. Beyni uyuşmaya, gözleri bulanık görmeye başlamıştı.
Cadının masadan kalktığını gördü. Elindeki kabı ateşin üstüne koydu. Adamın karşısına geçip durdu. Cadı şimdi biraz farklı görünüyordu. Onda bir değişiklik vardı. Elbisesinin omuzlarını sıyırdı ve üzerinden düşmesine izin verdi. İnce ve zarif bedeniyle adama yaklaştı. Adamın önünde diz çöktü. Diri ve dolgun göğüsleri adamın göğüslerine değiyordu. Cadının kırışıksız, genç ve güzel yüzüne baktı. Simsiyah uzun saçları beline kadar dökülüyordu. Cadı onu omuzlarından tutup geriye yatırdı. Adam uysalca itaat etti. Gözlerini karşısındaki güzel kadından alamıyordu. Cadı ateşin üzerine koyduğu kabı aldı. Elini içine daldırdı ve adamın göğsüne bir şekil çizdi. Elini tekrar kaba daldırdı ve dolgun dudaklarının arasından çıkan anlamadığı kelimeler eşliğinde adamın etrafına bir halka çizmeye başladı. Adam kıpırdaman yatmaya devam etti. Gözü tavandan sarkan şeylere takıldı. Bir tavşanın kafatasını gördü. Boş göz çukurları kızıl ateşin ışıklarıyla parlıyordu. Ne olduklarını bilmediği bitki tomarlarına ve üzerinde şekiller çizili ağaç kabuklarına baktı. İçeride sanki rüzgâr esiyormuş gibi sallanıyorlardı. Adam ise içten içe yanıyordu sanki. Halka tamamlandığında adam göğsünde kısa bir anlığına bir ağrı hissetti. Kalp atışları hızlanmaya başladı. Şöminedeki ateş daha da güçlenmiş, rengi daha da koyulaşmıştı sanki. Hatta sadece şöminenin içinde değil evin her yerinde yanıyordu artık. Cadı bir bacağını adamın yanına atarak oturdu. Eğilip adamın dudaklarına yaklaştı. Adam kadının sivri yakıcı dilini ağzının içinde hissettiğinde hem tahrik olmuş hem de iğrenmişti. Sanki bir yılan dolanıyordu ağzının içinde. Sertleştiğini hissetti. Cadı doğruldu ve kendini olması gereken yere yerleştirdi. Adam kasıklarında müthiş bir sıcaklık hissetti. Sanki cehennemdeki tüm ateş cadının içinde yanıyordu. Cadı sözlerini daha yüksek sesle söylemeye başladı. Sağa, sola, öne ve arkaya sallanarak adamın üstünde dans ediyordu. Adamın gözleri iyice bulanık görmeye başladı. Tüm oda etrafında kıvrılıyor, eğilip bükülüyordu. Cadının keyif çığlığı arasında kasıklarında daha şiddetli bir yanma hissetti. Tüm vücudu şimdi kıpkızıl bir alevle yanmaya başlamıştı. Alevler gözlerine geldiğinde onları sımsıkı kapattı.
Gözlerini açtığında sırtını şöminenin karşısındaki duvara vermiş oturuyordu. Kıyafetleri üzerindeydi. Bir an nerede olduğunu anımsayamadı. Sol tarafındaki perde açılıp da yaşlı cadı yanına gelince hatırladı. Ama geceye dair anıları net değildi. Bulanık görüntüler arasında bölük pörçük şeyler hatırlıyordu. Belki de böyle olması bir nimetti onun için. Zaten neler olduğunu tam olarak hatırlamak veya bilmekte istemiyordu. Yavaşça ayağa kalktı. Başı biraz döndü ve sendeledi ama pencerenin kenarına tutunup dengesini sağladı. Dışarı baktığında güneş daha doğmamış ama ilk ışıkları gökyüzünü kızıla boyamaya başlamıştı. Cadının yüzü gülüyordu.
“Günaydın kemancı. İyi uyudun mu?”
Adam cevap vermedi. Onun yüzüne de bakmamaya çalışıyordu.
“Pekâlâ. Demek hemen gitmek istiyorsun.”
“Evet. Şunu hemen yapalım hadi” dedi adam ve eğilip keman kutusunun kilitlerini açtı. Kemanını çıkarıp cadıya uzattı. Cadı elinde getirdiği küçük şişenin tıpasını açtı. İşaret parmağına bir iki damla döküp kemanın bir teline baştan aşağı sürdü. Diğer tellere de o sıvıdan sürdükten sonra şişeyi masaya koydu. Cebinden başka küçük bir şişe çıkardı. Koyu kırmızı bir toz vardı içinde. Bunu kemancıya uzattı. Adam şişeyi alıp paltosunun cebine koydu.
“Artık hazırsın kemancı.”
Adam hızlıca kemanı kutusuna koydu. Kapının yanında duran çantasını da omzuna astı. Kapıyı açıp koşar adım evden çıktı. Cadı arkasından seslendi.
“Söylediklerimi unutma kemancı!”
Adam bir an durdu ve sözleri hatırlamaya çalıştı. Dönüp cadıya bakmadan hızla atın yanına gitti. Sırtına atladığı gibi atı ters yöne mahmuzladı.
Cadı kapının önünde kemancı gözden kaybolana dek durup baktı. Uzun parlak saçlarının döküldüğü pürüzsüz omzuna konan karganın başını bir süre okşayıp yüzünde tatminkâr bir gülümseme ile evine girdi.
Sabahın ilk ışıklarında bile orman geceki kasvetinden bir şey kaybetmemişti. Sanki ışık bu ormanın üzerindeki havayı yırtıp zemine ulaşamıyor gibiydi. Ormandan çıktığında kendini biraz daha iyi hissetmeye başladı. Dün gece olanlar silik birer hayal parçasıydı artık. Ama tamamen huzura ermesi için bu uğursuz kasabadan da bir an önce gitmek istiyordu. Atın sahibinin dün geceki yerde beklediğini gördü. Adam kemancıyı ifadesiz bir yüzle süzdü. Atın sağına soluna şöyle bir baktı.
“Teşekkür ederim” dedi kemancı attan inerken. Adam bir şey demeden sadece başıyla onaylar bir hareket yaptı. Ata binip oradan hızla uzaklaştı.
Güneş artık ufuktan tamamen yükselmişti. Tren istasyonuna kadar yürüdü. Serin sabah havasında yürümek kendini iyi hissettirmişti. İstasyonda görevliden başka kimse yoktu. Derme çatma tahta sıraya oturup sabah trenini beklemeye koyuldu. Birden ne kadar acıktığını fark etti. Aynı zamanda çok yorgun ve bitkin hissediyordu. Çantasından kalan ekmek ve peyniri çıkarıp iştahla hepsini yedi. Uzaktan trenin düdüğü duyulduğunda görevli binadan çıktı. Kemancı kalkıp trenin durmasını bekledi. Görevliye bakmadan hızla trene atlayıp boş bir kompartımana girdi. Tren hareket ettiğinde derin bir nefes aldı. Artık kendini daha huzurlu hissediyordu. Kalbini sıkıştıran o uğursuz histen kurtulmuştu. Şimdilik.
Tren öğlene doğru şehre vardı. Adam iki saatlik yolu uyuyarak geçirmişti. Yorgunluğunu tam atamasa da bu kısa uyku ona iyi gelmişti. İstasyonun kalabalığından sıyrılıp şehrin taş döşeli kaldırımlarında yürümeye başladı. Sanki yıllardır buradan uzaktaymış gibi bir özlem duydu içinde. Keyfi yerine gelmişti. Bir yerde oturup bir şeyler yiyip içmek ve hiçbir şey düşünmeden vakit geçirmek istiyordu. Ama bu isteği kısa sürdü. Muhtemelen karısı şimdi merakla onu bekliyordu. Son yaptığı şeyi düşününce onu yalnız bırakmaması daha iyi olurdu. En iyisi biran önce eve gidip onu kontrol etmeli ve geceye kadar yanında kalmalıydı. Şehirden çıkıp köy yoluna girdi. Artık trenden indiğinde hissettiği neşesi uçup gitmişti. Eve gelene kadar her adımında içindeki sıkıntı da büyüdü.
Kadın sabah erkenden kalkmıştı. En güzel elbisesini giyip kendine güzel bir kahvaltı hazırladı. Kocası gelmeden önce kızı için gereken hazırlıkları yapacaktı. Kahvaltıdan sonra yatağın altındaki sandıktan kızının kıyafetlerini çıkardı. Koyu yeşil elbisesinin üzerindeki çiçekleri kendisi işlemişti. Fırfırlı yakalı beyaz gömleği, uzun beyaz çorapları, komşularının hediye ettiği saç tokaları ve siyah pabuçları. Geçen yıl hepsini yıkamış, ütülemiş, özenle katlayıp sandığa kaldırmıştı. Pabucun rengi ona soluk geldiğinden tekrar cilaladı. Gömleği elbisenin içine sanki giyilmiş gibi soktu ve sallanan sandalyenin sırt kısmına özenle yerleştirdi. Tokaları elbisenin cebine koydu. Uzun beyaz çorapları da sandalyenin oturma yerinden aşağı sarkıttı. Pabuçları da yere, sandalyenin önüne, çorapların ayak kısımlarını içine koyarak yerleştirdi. Sandalyenin karşına geçip baktı. Kıyafetler şimdi sandalyede kızı oturuyormuş gibi görünüyordu. Sadece içleri boştu o kadar. Son olarak kızı için kendi elleriyle yaptığı, o en sevdiği oyuncak bebeği de sandalyeye koydu. Her şey yerli yerinde ve düzgün görünüyordu.
Öğlene kadar bu hazırlıkları bitirip çayını da aldı ve yemek masasına oturup pencereden bahçe kapısını ve onun da ötesinde uzanan ağaçlı yolu izlemeye koyuldu. Kocası her an gelebilirdi. Yoldan geçen birkaç at arabasına acaba o mu geldi diye heyecanla baksa da arabalar durmadan geçtiler. Heyecanı yerini yavaşça meraka ve endişeye bırakırken ağaçlı yoldan birinin geldiğini gördü. Elinde siyah bir kutu taşıyan bu adam kocasından başkası olamazdı. Hemen yerinden fırladı. Bahçe kapısına kadar koşup babasını bekleyen küçük bir kız heyecanıyla beklemeye başladı.
Adam ağaçlı yoldan çıkıp evlerini görünce burukta olsa kendini mutlu hissetti. Çok geçmeden evden karısının çıkıp bahçe kapısına kadar koştuğunu gördü. Onu uzun zamandır bu kadar heyecanlı görmemişti. Cadı ona ‘Karın fedakârlıkların en değerlisini yapmış’ demişti. Evet karısı gerçekten de çok büyük bir fedakarlık yapmıştı. Ama kendisi evde olsaydı buna asla müsaade etmezdi ve kendisi de böyle bir şeyi asla yapamazdı. Kızını, karısı kadar çok sevmediğinden veya onu özlemediğinden değildi bu. Onu çok seviyordu ve onu özlemediği, bahçe kapısından her girdiğinde onun sesini, gülüşlerini duymadığı, onun hayalini görmediği bir günü dahi geçmemişti. Bunu yapmak istememesi gördüğünün gerçekte kızı olmadığını bilmesiydi. Bunu ilk yaptıklarında aslında kendisi de buna inanmıştı. Kızını gerçekten de kanlı canlı karşısında görmüştü ve mutluluktan gözyaşlarına hâkim olamamıştı ama bir süre sonra bir şeyin farklı olduğunu sezmişti. Gözleri farklıydı. Kızının o masum gözleri değildi onlar. Daha kötücül bakıyorlardı. Sadece dikkatle bakınca o gözlerin derinliklerinde kötülük olduğu görülebiliyordu. Bunu fark ettiğinde aslında ne kadar yanlış bir şey yaptıklarını anlamıştı ama karısı buna kendini o kadar fazla kaptırmıştı ki bunu görmesi o an mümkün değildi. Onun gerçekten de kızı olduğuna inanıyordu. Belki o da öyle olmadığını biliyordu ama bununla başa çıkamadığından bunun doğru olmadığına, onun gerçekten de kızı olduğuna inanmayı seçiyordu. Her neyse bu gece bu son olacaktı. Bunda kararlıydı. Gerekirse karısını şehirdeki hastanede tedavi ettirecekti. Duyduğu kadarıyla insan ruhu ve beyni konusunda doktorlar daha fazla şey biliyordu artık. Ona mutlaka yardım ederlerdi. Ama ne olursa olsun bir daha asla o cadıya gitmeyecekti. Bundan kesinlikle emindi.
Bu düşüncelerle eve vardığında karısı koşarak onun boynuna atladı.
“Oh çok şükür döndün! Seni çok merak ettim. Bu sefer geç kaldın.”
Adam da karısına sıkıca sarıldı.
“Biliyorum canım. Tren biraz geç geldi o yüzden geciktim.”
“Neyse önemli değil zaten. Geldin ya bu bana yeter.” Kadının gözleri adamın elindeki keman kutusuna ve omzunda astığı çantaya kaydı. Soran gözlerle baktı. “Her şey tamam mı?”
“Evet” dedi adam mutsuz bir ifadeyle. Karısının gözleri parladı. “Ama bu son biliyorsun. Bir daha bunu yapmayacağız. Bana söz vermen gerekiyor.” Karısının gözlerinin içine yalvarır gibi baktı.
“Tamam” dedi karısı.
“Kızımızın üzerine yemin etmelisin.”
“Tamam dedim ya…”
“Hayatım? Bunu başka türlü yapmayacağım.” Adamın ses tonu kararlı ve sertti.
“Söz veriyorum. Kızımızın üzerine söz veriyorum.” Kelimeler kadının ağzından zorla çıkmıştı sanki. Adam kolunu karısının omzuna attı. Karısı da adamın beline doladı ve bahçeyi geçip eve girdiler.
Adam sallanan sandalyede kızının kıyafetlerini görünce derin bir iç geçirdi. Önce duygulandı sonra da içini bir korku kapladı. Karısı ise tam tersi huşu içindeydi. Kocasının yanında durup o da kıyafetlere baktı. Sonra kocasının elinden tutup masaya götürdü. Sargısını açıp yaraya baktı. Tekrar merhem sürüp güzelce sardı. Adamda kadının göz sargısını açıp aynısını yaptı.
“Neyin var sevgilim?” diye sordu kadın.
“Bir şeyim yok iyiyim.”
“Mutlu görünmüyorsun ama.”
Adam gözlerini karısının gözünden kaçırmamak için büyük çaba sarf etti. Evet iyi veya mutlu değildi ama bunu bu şekilde ona söylemek istemiyordu.
“Yolculuk yordu hayatım. Çok iyi uyuyamadım o yüzden” diye cevapladı en sonunda. Kadın şefkatle gülümsedi. Adamı elinden tutup yatak odasına götürdü. Kıyafetlerini çıkarıp yatağa yatırdı.
“Ben yemeği hazırlayana kadar biraz uyu” diyerek kocasını öptü ve kapıyı kapatıp çıktı.
Adam derin bir nefes alıp gözlerini tavana dikti. Kısa süre sonra huzursuz görüntülerle dolu derin bir uykuya daldı.
Karısının yumuşak sesi ve hafif dokunuşlarıyla uykusundan uyandı. Hava kararmıştı. Kadın kapıyı açık bırakarak odadan çıktı. Adam doğrulup oturdu. İçeriden güzel kokular geliyordu. Normalde bu kokular karşısında iştahı açılırdı ama bugün öyle olmadı. Kaçınılmaz olaya daha da yaklaştıklarının habercisiydi bu.
Adam ağır adımlarla yemek masasına gitti. Kadın neşeyle mutfaktan çıkıyordu.
“En sevdiğin yemeği yaptım” dedi yüzünde kocaman bir gülümseme ile.
“Eline sağlık canım” dedi ve sandalyesine oturdu. Canı yemek istemese de kendini zorlayarak tabağını bitirdi. Sürahiden bir bardak su doldurdu ama bir yudum içebildi sadece. Pencereden baktığında gökyüzü ufka kadar kara bulutlarla kaplanmıştı. Bu durum zaten sıkkın canını daha da sıktı. Ama karısı tüm bunların aksine gayet mutluydu. Neden olmasındı ki? Kızını tekrar görecekti. Kadın hızla masayı topladı. Yine yüzünde büyük bir gülümseme ile çıktı mutfaktan.
“Artık başlayabiliriz sevgilim” dedi. Tek gözünün içi ışıl ışıldı.
Adam istemeye istemeye sandalyesinden kalktı. Kapının arkasına astığı omuz çantasından içinde kırmızı toz olan küçük şişeyi çıkardı. Karısı koşup heyecanla şişeyi adamın elinden aldı. Tıpasını çıkarıp avucuna bir miktar döktü. Sallanan sandalyenin önüne geçip kızının kıyafetlerinin üzerine serpti. Şişeyi tekrar adama uzattı. Adam şişede kalan tozu avucuna döktü. Eğilip şöminede yanan ateşin üzerine attı. Yanan odunlardan çıkan turuncu alevler ani bir parlamayla kızıla döndü. Koyu kırmızı siyah karışımı bir duman çıkmaya başladı. Kadın sandalyenin karşısına geçip ellerini birbirine kenetledi ve umutla kıyafetlere bakmaya başladı.
Adam ateşin değişen uğursuz rengine baktı bir süre. Sonra arkasını dönüp kapının yanında duran keman kutusunun önüne diz çöktü. Kemanı kutudan çıkardı. Cadının kemanın tellerine sürdüğü sıvı sanki yeni sürülmüş gibi parlıyordu. Adam karısının yanına geçip kemanı omzuna yerleştirdi. Sargılı eliyle keman yayını tutuyordu. Gerçekten de serçe parmağının olmaması tutuşunu engellemiyordu. Yayı tellerin üzerine koydu ve çalmaya başladı.
Kemandan çıkan büyülü melodiler odayı doldurmaya başladığında kadın da kızının en sevdiği şarkıya eşlik ediyordu. Biraz sonra şöminedeki alevler yükselip daha da parlak yanmaya başladı. Adam ateşin renginden korkmuştu. Daha önce bu kadar parlak ve güçlü yanmamıştı. Çıkan duman şöminenin bacasından yükselmiyordu. Onun yerine sallanan sandalyede duran kıyafetlerin içine doğru süzülmeye başladı. Adam bu sahneyi tekrar görmek istemediğinden gözlerini kapatıp çalmaya devam etti. Karısı ise gözlerini bir saniye bile kırpmadan kıyafetlere bakıyordu. Koyu kırmızı siyah duman kıvrılarak kıyafetlerin içine doğru süzülürken beyaz çorapların içi bir balon gibi şişmeye başladı. Pabuçların içinde artık bir ayak vardı. Çorapların içi yukarı doğru dolgunlaşmaya devam etti. Kadın kemandan çıkan melodilerden başka bir şey duymuyordu. Büyülenmiş gibi kızının tamamlanmasını izliyordu. Adamın kulaklarına ise müziğinin yanı sıra ormanda duyduğu uğultuya benzer sesler de geliyordu. Ne durumda olduğunu görmek için gözlerini açıp sallanan sandalyeye baktı. Kızının elbisesinin içi doluyordu şimdi. Gömleğin kolları da şişip kızının küçük elleri belirdi. Gömleğin yakasından kızının kafası yükseldi, altın sarısı saçları hızla uzayarak yüzünün önüne ve omuzlarına döküldü. Küçük kız artık ayakta duruyordu. Adam kemanı çalmayı bıraktı. Karısı dönüp minnetle kocasına baktı.
“Teşekkür ederim” dedi adamın beline sarılarak.
Adamın yüzünde ise korku vardı. Cadının dediği gibi gerçekten de gitmeyecek miydi acaba? Ya gitmezse onu nasıl gönderecekti? Bu konu hakkında en ufak bir fikri bile yoktu. Kadın kızının önüne gidip diz çöktü. Kızın yüzünün önüne dökülen saçlarını elleriyle kulaklarının arkasına götürdü. Adam o güzel saçların arkasından bir şeytanın yüzü çıkacakmış gibi korkuya kapıldı. Ama öyle olmadı. Gördüğü kızının yüzüydü. Bakmaya doyamadığı güzel kızının yüzü. Kadın sevinç gözyaşlarını tutamadı. Kızını öpüp ona sarıldı, sıkıca bağrına bastı. Kızda annesine sarıldı. Başını annesinin omzuna yasladı. Sonra gözlerini kaldırıp arkalarında ayakta duran adama baktı. Gülümsedi. Bu sevgi dolu bir gülümseme değildi. İçinde çok büyük bir kötülük barındıran gözlerden çıkan lanetli bir gülümsemeydi. Adamın içini büyük bir dehşet kapladı o an. Daha önceki geri gelişlerinde kızlarını bu kadar kanlı canlı görmediğini fark etti. Şimdi daha canlı, daha güçlü görünüyordu kız.
Kadın kızını bırakıp kocasına döndü.
“Tatlı meleğimiz geri geldi sevgilim. Gördün mü bak?”
Adam bir şey demedi. Kızın kötülükle ışıldayan gözlerine bakıyordu.
“Ona sarılmayacak mısın?” diye sordu. Adam başını iki yana salladı.
“Hayır. O bizim kızımız değil! Bunu göremiyor musun?”
“Asıl sen göremiyor musun? Baksana tam karşımızda işte! Ne kadar masum.”
“Hayır masum filan değil. Bir şeytan o!” diyerek kızın üzerine doğru bir adım attı. Kadın geri giderek kızının elinden tuttu.
“Kızım hakkında böyle konuşamazsın! Hiç mi sevmedin onu? Hiç mi değeri yok, ha? Erkek olmadığı için onu hiç istemedin değil mi?” Bu son söz adamı şaşırttı. Böyle düşünen o değil aksine karısıydı.
“Nasıl bunu söyleyebilirsin!” diye kükredi adam. “Sen de dahil herkes erkek olmadığı için memnun olmazken onu en çok ben sevdim!” Hiddetini bastırmaya çalışarak devam etti. “Hayatım lütfen. Ona bir bak! Gözlerinin içine dikkatle bak. O kızımız değil.”
Kız yüzünde korku ifadesiyle annesinin bacağına sarılıp arkasına geçti. Bir elinde de oyuncak bebeğini sıkıca tutuyordu. Kadın öfkeyle kocasına baktı.
“Gördün mü yaptığını! Kızımı korkuttun!” Eğilip kızına sarıldı. “Tamam canım. Sakin ol bebeğim. Sana zarar veremez. Buna asla izin vermem.” Küçük kız annesinin kulağına bir şeyler fısıldadı. Kadın bir an duraksadı. Ayağa kalkıp kızını arkasına sakladı. “Onu öldüreceksin!” diye haykırdı adama. Adam şaşırmıştı. Karısının arkasındaki kızının kılığına girmiş şeytana baktı. Sonra kadının öfkeden ateş saçan tek gözüne baktı.
“Kızımız zaten öldü” dedi sesi titreyerek. “Dört yıl önce öldü o.”
“Hayır, hayır, hayır!” Kadının şaşkınlık, öfke ve mutlulukla kafası karışmıştı. “Hayır, o burada baksana” dedi gözünden yaşlar akarken. “Neden görmüyorsun onu?”
“Görüyorum papatyam, görüyorum. Sadece senden farklı olarak gerçeği görüyorum” diye fısıldadı ona.
Adam karısının ne demek istediğini biliyordu. Kadın ona ‘Neden benim gördüğüm gibi görmüyorsun, neden bana eşlik etmiyorsun’ diye soruyordu aslında. Böylesi daha iyi demek istiyordu. Onun ölümünü kabul edemiyorum ve bu gördüğümle yaşamayı tercih ediyorum diyordu. Kocasının bunu kabullenmiş olmasına katlanamıyordu sadece. Yüreğime bunu kabul ettirecek cesaretim yok diyordu gözleri (ya da kalan tek gözü). Karısı için üzülüyordu. Birazdan o şeytan geldiği yere gidecek, kıyafetler yere düşecek ve kadın onlara sarılıp koklayarak ağlayacaktı. Bu hep böyle olmuştu. Artık karısını, en azından iyileşene kadar, şehirdeki hastaneye götürmekten başka seçeneğinin kalmadığını anlamıştı adam.
   Kız hala annesinin bacaklarına sarılmış onun arkasında saklanıyordu. Başını yavaşça yana uzatıp adama baktı. Adam o gözlerde sinsi bir gülümseme yakaladı. Kız annesinin eteğini çekiştirdi. Kadın tekrar kızının hizasına eğildi.  Kız onun kulağına bir şeyler daha fısıldadı. Kadın yine öfke dolu gözüyle adama döndü. Kızını kucağına alıp ona sıkıca sarıldı.
   “Ona zarar vermene izin vermeyeceğim! Senden korkuyormuş artık! Babam bana zarar verecek diyor! Beni ondan koru diyor!”
   “O bizim kızımız filan değil!” diye bağırdı adam. “Birazdan uçup gidecek sende biliyorsun! O zaman ne yapacaksın?” Kadın bunu biliyordu ama şu an düşünmek istemiyordu. “Biraz sonra sadece boş kıyafetlere sarılıyor olacaksın. Geçen sefer olduğu gibi.” Kadının yüzüne bir hüzün çökmüştü şimdi. Evet birazdan kızı yok olacaktı. Kız annesinin kulağına bir şeyler söyledi.
   “Hayır tatlım tabi ki gitmeni istemiyorum” dedi kadın. Kız bir şeyler daha söyledi. “Evet seninle sonsuza kadar böyle kalmak istiyorum” diye yanıt verdi kadın. Kız arkasını dönüp adama baktı ve tekrar bir şeyler söyledi. Kadının yüzündeki üzüntü yerini öfkeye bırakmıştı şimdi. Kocasına baktı. “Sen burada olduğun sürece kızım rahat etmeyecek. Git buradan!” diye haykırdı adama. Adam bu tepki karşısında donakaldı. O şeytan karısının aklını zehirliyordu. Cadının ‘Gitmezse onu göndermek zorundasın’ sözleri yankılandı beyninde.
İki adım öne gelip kadının kucağında sımsıkı tuttuğu kızın saçlarından kavradı ve tüm gücüyle çekti. Kız annesinin kollarından sıyrılıp odanın ortasına düştü. Kadın haykırarak öne atılıp onu tutmaya çalıştı ama beceremedi. Yere düşen kız korku dolu bir çığlık attı. Kadın ona doğru atıldı ama adam araya girip karısını tuttu. Kadın adamın onu tutan kolunu ısırdı. O kadar şiddetli ısırdı ki adam ne yapacağını bilemedi. Acı ve şaşkınlıkla karısına baktı ve onu hızla geri itti. Dengesini kaybeden kadın sallanan sandalyeye çarpıp yere düştü. Şiddetli bir düşüş olmamıştı. Karısı ile birazdan ilgilenirdi. Önce halletmesi gereken başka bir işi vardı. Arkasını dönüp yerde çığlıklar atan şeytana baktı. Üzerine doğru yürüyüp durdu. Kemanı iki eliyle tutup başının üstüne kaldırdı.
Kadın düşmenin etkisiyle ne olduğunu anlayamadı. Kızının çığlıklarını duyuyordu. Şimdi daha da artmıştı bu çığlıklar. Doğrulup arkasını döndüğünde kocasını elinde kemanla kızına vurmak üzereyken gördü.
“Hayır! Dur!” diye bağırarak ayağa kalkmaya çalıştı ancak adam kemanı kızın kafasına doğru indirmeye başlamıştı bile. Durduğu yerden kızının yüzünü göremiyordu ama duyduğu çığlıklar beyninde yankılanıyordu.
Adam kızının gözlerine baktı ve orada şeytanı son kez gördü. Kemanı tüm gücüyle şeytanın kafasına indirdi. Büyük bir çatırtı koptu. Kemanın gövdesi paramparça oldu. Kızın alnı yarılmış, yüzüne tahta parçaları saplanmıştı. Adam elinde tuttuğu telleri kopan kemanın sapını yere bıraktı. İşte olmuştu. Sonunda o şeytandan kurtulmuştu. Birden sol bacağının arkasında büyük bir acı hissetti. Acıyla yüzünü buruşturup inleyerek arkasını döndü. Karısı bacağına sapladığı şömine demirini çekip çıkardı ve ayağa kalktı. Demirin ucundan kan damlıyordu. Adam korku ve şaşkınlık içinde önce kanayan bacağına sonra da karısına baktı.
“Papatyam?”
Sözünü bitiremeden kadın demiri adamın kafasına savurdu. Adam son anda kendini geriye atsa da darbeyi almaktan tamamen kaçamadı. Eğer kaçmamış olsa kafasını yaracak olan demirin ucu şakağında bir sıyrık açmış, adamı geriye doğru düşürmüştü. Kadın demiri atıp kızının yanına koştu. Diz çöküp onun başını kucağına aldı.
“Öldürdün onu!” diye bağırdı kocasına ağlayarak. Kız gözlerini açıp annesine baktığında kadın önce duraksadı. Sonra sevinçle haykırdı. “Oh şükürler olsun yaşıyorsun!” Adam da yattığı yerden doğrulup onlara baktı. Öyle bir darbeden nasıl sağ çıkmış olabileceğini anlayamadı. Zaten anlamaya çalışması da anlamsızdı. Karşısındaki küçük kızı değildi ki.
Kız yavaşça ayağa kalktı. Yüzü bir gölün yüzeyi gibi dalgalanmaya başladı. Saplanan tahta parçaları yere düştü. Şömineden çıkan kırmızı siyah duman kızın yarılan alnını doldurdu ve yara kapandı. Kız küçük bir kahkaha attı. Sesi kızlarının o ipeksi sesine hiç benzemiyordu. Cehennemin dipsiz çukurlarından çıkan bir iblisin kalın, cızırtılı sesiydi bu.
Annesinin kulağına bir şeyler fısıldadı.
“Özür dilerim tatlım. Bir daha olmayacak” dedi kadın sevinçle. İkisi de dönüp adama baktı. Adam kanayan bacağına yüklenmemeye çalışarak zorla da olsa ayağa kalktı. Kalkarken karısının bıraktığı şömine demirini aldı. Kadın kızının önüne geçti. Kız da annesinin arkasından kafasını uzatarak sinsice gülümsüyordu adama.
“Ona yaklaşma!” diye bağırdı kadın. Adam eliyle alnına dokundu. Demirin açtığı yara sızlıyordu. Kanlı elini karısına uzattı.
“Sana ne yaptırdığına bak! O kızımız değil artık anla bunu!” Kadın hayır der gibi başını iki yana hızla salladı. Elleriyle kulaklarını kapattı. Adam kızın şeytani gülümsemesine bir kez daha baktı. Elindeki demiri havaya kaldırdı. Kadın kızını korumak için eğilip ona sarıldı. Adam demiri şöminenin içine hızla soktu. Demir önde duran oduna kolayca saplandı. Odunu şöminenin hemen önüne çekti. Kadın dönüp baktığında kocasının ne yaptığını önce anlayamadı. Hızlıca çıkardığı gömleğini odunun üzerine atarak onu söndürmeye çalıştı. Kızın şeytani gülümsemesi yerini biraz korku ve öfkeye bıraktı. İnsandan çıkması imkânsız bir sesle çığlık attı.
Kemanla kızın kafasına vurduğunda açılan yaranın ateşten çıkan dumanla kapanmasını gördükten sonra anlamıştı adam. Ona güç veren şey ateşe attığı o koyu kırmızı tozdu. Odunların üzerinde hala çokça kırmızı toz vardı ve ağır ağır yanarak o lanetli dumanı salıyorlardı. Eğer ateşi söndürebilirse onu da geri gönderebilirdi belki.
Karısı adama anlamsız gözlerle bakıyordu. Ne yapmaya çalıştığını anlamamıştı. Küçük kız parmaklarını öfkeyle sıkınca kadının bacağı acıdı ve irkilerek kızına baktı. Onun korktuğunu görünce kocasına bağırdı.
“Ne yapıyorsun? Kızımız karanlıktan korkuyor görmüyor musun?”
Adam yerdeki oduna baktı. Üzerindeki gömleğin altından sönmüş ateşten kalan son dumanlar çıkıyordu. Kor halindeki odun gömleğin kumaşında bir delik açmış tütüyordu. Karısına baktı ama bir şey söylemedi. Onunla sonra ilgilenecekti. Önce şu şeytanı geri göndermeliydi. Elindeki demiri kaldırıp tekrar şömineye soktu.
Kadın kocasının onu dinlememesine, kızlarının korkmasına aldırmamasına çok sinirlendi. Biricik yavrularına karşı nasıl bu kadar acımasız olabilirdi? Diz çöküp kızına sarıldı.
“Korkma bebeğim ben buradayım.”
Kız annesinin boynuna sarılıp kulağına aceleyle bir şeyler söyledi ve parmağıyla ateşi gösterdi.
“Korkma canım benim. Sana zarar vermesine izin vermeyeceğim” dedi ve kızının saçlarını öperek ayağa kalktı. Adam şömineden bir odunu daha çıkarmıştı. Onu söndürecek bir şey bulabilmek için etrafına bakındı. Yemek masasında duran sürahiyi gördü. Tek seferde tüm ateşi söndürebilirdi belki. Acıyan bacağına aldırmadan o tarafa yöneldi. Kadın kızını arkasına saklayarak ona doğru döndü. Adam elindeki demiri onlara doğru tutarak masaya yaklaşıp sürahiyi aldı. Gözünü onlardan ayırmadan tekrar şömineye doğru dönmeye başladı. Acıyan bacağı yüzünden dengesini kaybedince suyun birazı döküldü. Ama hala içinde yeteri kadar vardı.
“Hayır!” diye haykırdı kadın. “Olmaz, yapamazsın!”
“Yaklaşma!” dedi adam. “Bunu ikimiz için yapıyorum sevgilim. Lütfen bana güven.”
Kızın, annesinin bacaklarına sardığı elleri öfkeyle sıkıldı. Tırnakları kadının etine batıyordu ama o farkında bile değildi.
“Buna izin vermeyeceğim! Kızımı benden ayıramayacaksın!” diye bağırarak şömineye koştu. Ellerinin yanmasına aldırmadan adamın son çıkardığı odunu tutup şömineye tekrar attı ve kendini şöminenin önüne siper etti. Küçük kız odanın ortasında sinsice sırıtıyordu şimdi. Kızıl gözleriyle adama baktı.
“Hayatım ne yapıyorsun? Lütfen çekil oradan!” Adamın sözlerinin bir etkisi yoktu artık. Kadının tek düşündüğü kızıydı.
“Hayır, bunu yapamayacaksın!” dedi kocasına.
Adam elindeki demiri kaldırdı. Karısının gözünde korku yoktu. Dim dik şöminenin önünde durmaya devam etti. Adam aniden kıza dönüp demiri ona fırlattı. Sivri ucu kızın göğsüne saplandı. Bunun bir etkisi olmayacağını biliyordu adam. Ama karısını oradan uzaklaştırıp suyu ateşe dökecek kadar bir zaman kazanabilirdi. Kadın bu sahneyi görünce kulakları sağır eden bir çığlık attı. Hemen kızının yanına koştu. Adam bacağını sürükleyerek şömineye yaklaştı. Kız bir şey olmamış gibi ayakta duruyordu. Yüzünde olduğu gibi göğsünde de dalgalanma ve çarpılmalar oldu. Sonra demir çubuk yere düştü. Kızın göğsündeki yara aynı şekilde yine kapandı. Annesine öfke dolu gözlerle adamı işaret etti. Kadın arkasını döndüğün adam şöminenin önüne gelmişti bile.
Kıpkırmızı yanan alevlerin arasından odunların üstündeki toz tabakasını görebiliyordu. Ateşte yanan tozdan koyu kırmızı siyah karışımı duman yükselmeye devam ediyordu. Adam yeni fark ediyordu ama küçük evin içinde bu dumandan oluşan sis gibi bir tabaka oluşmuştu. Şeytan bununla besleniyor, bu dünyada bununla tutunuyordu. Artık gitmesinin vakti gelmişte geçmişti bile. Haddinden uzun kalmıştı burada.
“Ölüler kendi dünyalarında kalmalı, eşlikçilerde arada, olmaları gereken yerde” diye cadının sözlerini mırıldandı. Sağlam bacağının üzerinde dengede durmaya çalışarak sürahiyi iki eliyle kavrayıp kaldırdı. Birden göğsünde bir acı duydu. Gözleri şöminedeki lanetli ateşten önüne doğru kaydı. Çıplak göğsünden çıkan siyah demir çubuğun sivri ucunu gördü. Vücudundan sızan ılık kanı hissetti. Birkaç kez öksürüp sendeledi. Kollarındaki güç birden çekilmişti sanki. Parmakları gevşedi ve elindeki sürahi önüne düşüp parçalandı. Sıçrayan suyun bir kısmı ateşin üstüne geldi ama anında bir ‘cıs’ sesi çıkararak buharlaşıp yok oldu. Adam gözlerinden yaşlar akarak arkasını döndü. Dönerken daha fazla ayakta duramayıp dizlerinin üzerine çöktü. Şaşkın gözlerle karısına baktı. Kadının yüzünde kızını bir canavardan koruyan annenin ciddi ve gururlu ifadesi vardı.
“Papatyam?” dedi hırıltılı nefesinin arasında. Konuşurken ağzından kanlar saçıldı ve yana devrildi.
“Beni kızımdan ayıramayacaksın!” dedi ve kızının elinden tuttu. İkisi birlikte şöminenin önünde yatan adama bakıyorlardı. Küçük kızın kızıl gözleri iğrenç bir mutlulukla parlıyordu. Kız ağzını açıp uzun ve derin bir nefes aldı. Bir kasırgayı andırıyordu. Şömineden çıkan kırmızı siyah duman kızın ciğerlerine dolmaya başladı. Alevler daha da hararetlenmişti şimdi. Şömineden dışarı kıvılcımlar sıçrıyordu. Birkaçı adamın çıplak sırtına geldi. Adam bunları hissetmedi. Bazıları da pantolonuna ve arkasında duran kilime düştü. Evin içindeki bazı noktalarda küçük alevler oluşmaya başladı. İlk söndürdüğü odunun üzerindeki gömlek de alev almıştı.
Adam üzerine düşen kıvılcımları veya artan sıcaklığı hissetmiyordu. Karısını kurtaramamış olmanın acısı vardı yüreğinde. Bu acı tüm diğer acılara baskın geliyordu. O karanlık sokakta, o yaşlı kadını hiç dinlememiş olmayı, bunları karısına hiç anlatmamış olmayı diliyordu ama her şey için çok geçti artık. Derin bir pişmanlık kapladı içini son anlarında. Düşünceleri karmaşıklaşıp bulanıklaşmaya başladı. Bu bulanıklığın arasında kızının neşeli kahkahalarını duydu. Çölde bir yudum su gibi gelmişti bu gülüşler adama. Kız koşarak geldi adamın yanına. O da babasının önüne uzandı. Güzel mavi gözleriyle ona baktı. Sevgiyle gülümsüyordu. Adamın dudakları yukarı doğru hafifçe kıvrıldı.
Küçük kız annesinin elini sıkıca tutup arkasını döndü. Kadın da onu takip etti. Kapıyı açıp dışarı çıkarlarken içerideki alevler de büyümüştü. Bahçeyi geçip yola çıktılar. Adamın kızına salıncak kurduğu ağaca bir karga tünemişti. Onlara bakıp gakladı. Küçük kız kargaya bakıp gülümsedi. Kilometrelerce ötede, uğultulu ormanın ortasındaki kulübesinde gözleri kapalı oturan cadı da memnuniyetle gülümsüyordu. Karga tekrar gaklayıp havalandı ve alevler içindeki evin üzerinden geçerek gözden kayboldu.

 

Book no.1
bottom of page