top of page

KESTİRME YOL

    Kaş’taki bir haftalık tatillerinin son günüydü. Dönüş yoluna akşam üzeri çıkmalarına rağmen arabanın ekranındaki sıcaklık göstergesi dışarının otuz sekiz derece olduğunu gösteriyordu. Klima açıktı ama beyaz tişörtü sırtına yapışmıştı ve boynundan göğsüne doğru ter damlalarının hafifçe gıdıklayarak aktığını hissediyordu. Ancak Eray’ı bu kadar bunaltan şey ne dışarıdaki sıcaklık ne de vücuduna yapışan tişörtüydü. Asıl sorun, tatillerinin son üç gününü, incir çekirdeğini bile doldurmayacak bir meseleyi her zamanki gibi abartarak mahveden karısının son bir saattir söylenmesiydi. Yorgun olduğu her halinden belli olan zavallı garsondan o soğuk buzlu içeceği hiç istememiş olmayı diliyordu içinden. Çapraz masadaki kadının sandalyesini hızlıca geriye itip kalkacağını ve içeceği getiren garsona çarpacağını nereden bilecekti? Bardağın tepsiden havalanıp karısı Şeyma’nın üzerine uçuşunu ağır çekimde izlemişti sanki. Daha o anda son üç günlerinin nasıl geçeceğini biliyordu. Ne garsonun özürleri nede otel müdürünün onları özel balayı odasına alması bir işe yaramamıştı. Eray için geçmek bilmeyen üç gün sonunda bitmiş ve yola çıkmışlardı. Ankara’ya doğru sürecek olan ortalama 8 saatlik yolculuğu da atlatırsa bu eziyetten kurtulup ertesi gün işe koşarak gitmenin hayalini kuruyordu. Kulaklarını görünmez tıkaçlarla tıkayıp kafasının içinde hayallere dalmıştı. Arada sırada otomatik olarak hıhı, evet ve haklısın diyor onun dışında konuşmuyordu. Zaten istese bile konuşmak için bir fırsat yakalayamazdı. Şeyma sonunda telefonuna gelen mesajla ilgilenmek için biraz ara vermişti. Eray radyoyu açtı ve eğlenceli bir şarkı bulmak umuduyla kanallar arasında gezmeye başladı. Hava artık iyice kararmıştı ama dolunayın ışığı yollarını aydınlatmaya yetiyordu. Eray sürekli saate bakıyor ama dakikalar bir türlü geçmek bilmiyordu. Arabanın navigasyon ekranına baktı ve haritayı biraz küçültüp önünde ne kadar yol olduğuna göz attı. Yaklaşık on kilometre sonra otobandan bir çıkış vardı ve haritadan anladığı kadarı ile birkaç ilçe ve köyün arasından geçerek Afyon’a bağlanıyordu. O yola dokundu ve cihaz rotayı yeniden hesapladığında kırk beş dakika daha erken Ankara’ya varacaklarını gördüğünde çocuk gibi sevinmişti. Tam zamanında güzel bir kestirme yol bulmanın verdiği keyifle yüzüne yansıdı. Eray aracın hoparlöründen gelen sağa dönün sesi ile ana yoldan çıkarak kestirme yola girdi. 

 

Yolun iki tarafında ufak tefek tepeler ve tek tük ağaçlar vardı. Aydınlatma direkleri yoktu. İlerledikçe ağaçlar sıklaşmaya başladı. Arazinin ortalarında olan ağaçlar giderek yola yaklaşıyordu. Sanki birisi bir fermuarı çekiyor, ağaçları yola yaklaştırıyor gibiydi. Artık ağaçlar yolun hemen kenarındalardı ve dallarını üzerlerine uzatarak gökyüzünü kapatıyorlardı. Şeyma bir süre daha konuştuktan sonra telefonuyla ilgilenmek için susmuştu. Eray klimayı kapatıp biraz temiz hava almak için penceresini açtı. Bol oksijenle kendine geleceğini düşünmüştü ama içeri dolan havanın garip bir kokusu vardı. Sadece kokusu değil yüzüne çarparken verdiği histe garipti. Derin bir nefes alıp kafasını öne eğerek ön camdan yukarı baktı. Artık dolunayı göremiyordu. Aslında ağaç dalları arasından belli belirsiz fark ediliyordu ama aydınlığı yola ulaşamıyordu. Ağaçların yaprakları ışığı emen bir karanlık madde yayıyor gibiydiler. Eray’a arabanın farları yolu eskisi kadar aydınlatmıyor gibi geldi. Sanki bir sis tabakasının içinden geçiyorlardı ancak bu sisin rengi daha koyu ve daha ağırdı. Yorulduğu için artık gözlerinin iyi göremediğini düşündü. Karısının sesi ile irkildi ve kendine geldi. Radyodan sadece cızırtı sesi geliyordu artık. Ne zamandır radyo çekmiyordu fark etmemişti. Kanal arama tuşuna bastı ama hiç bir yayın bulamayınca kapattı. Eray camı kapatıp direksiyona göğsünü dayayarak, sanki böyle bakınca yolu daha iyi görebilecekmiş gibi ön cama eğildi. Kalın gövdeli heybetli ağaçlar hızla yanlarından geçmeye devam ediyordu. Birbirlerine sıkıca sokulmuşlar ve dışarıyı görmelerine engel olmaya çalışıyor gibiydiler. Kestirmeye girdiğinden beri hiç tabela görüp görmediğini hatırlamaya çalıştı ama nafile. Karısına sormayı düşünürken Şeyma’nın bağırışları sessizliği bozdu.

 

-Normal yol dururken neden bu yola girdin ki? Bizi getirdiğin yere bak! Başımıza bir şey gelse bizi kimse bulamaz burada. Telefon da zor çekiyor zaten. 

-Navigasyon nereyi gösterdiyse oradan gittim. Sanki bu yolları ezbere biliyorum.

-Yola çıkmadan önce baksaydın o zaman iyice.

-Madem çok iyi biliyordun buraları sen sürseydin!

Eray bu son cümleyi kendisinin de şaşırdığı bir biçimde yüksek sesle söylemişti. Normalde sinirli biri değildi ve öfkesine hakim olmayı bilirdi. Anlamadığı bir şekilde öfkelenmişti. İçinde bir yerlerde dalga dalga yükselen öfkeyi hissedebiliyordu. Şeyma biran duraksayıp geri çekildi. Hiç bir şey söylemeden önüne bakmaya başladı. Arada Eray’a kaçamak bakışlar atıyordu. Onun böyle aniden sinirlendiğini hiç görmemişti. Eray’ın elinin üzerine elini koydu ve "iyi misin hayatım?" diye sordu. Eray’ın parmakları direksiyonu sıkmaktan beyazlamıştı. Parmaklarını gevşeterek iyiyim bir şeyim yok diye duygusuz ve sert bir ses tonuyla karşılık verdi. Öfkesini bastırmak için derin bir nefes alıp verdi. Tekrar pencereyi açtı ve burun delikleri genişleyerek ciğerlerini sonuna kadar dolduran derin bir nefes daha aldı. Bu sefer havanın o garip kokusu ve hissi onu rahatsız etmemişti. Aksine kendini daha iyi hissetmişti. Hep onun yüzündendi tüm bunlar. Tatillerini basit bir olay yüzünden mahveden kendisi değildi nede olsa. 

 

“Tabi ki sen değilsin” dedi kafasında bir ses. Kendi iç sesine hiç benzemiyordu. Konuşan daha tiz ve çatallı bir sesti.

-Ne olmuş elbisesine içecek dökülmüşse? Yeni bir elbise alırdık olur biterdi.

“Senin kadar düşünceli birini böyle üzmeye hakkı yok.”

-Evet, benim kadar düşünceli birinin kıymetini bilmiyor. 

“Bence seni pek hak etmiyor ha, ne dersin?”

-Evet doğru söylüyorsun. 

“Egosu da biraz fazla büyük gibi.”

-Sadece egosu mu? Kibiri de öyle. Ve anlayışsızlığı, ve herkese tepeden bakması!

“O olmasaydı hayatın çok daha güzel olurdu değil mi? Bunu defalarca düşünmüşsündür zaten.”

-Evet düşündüm. Yo hayır, böyle bir şeyi düşünmedim hiç. Tanıştığımızda böyle değildi, onu sevmiştim. Hala da seviyorum.

“Emin misin? Pencereyi biraz daha açsana, temiz hava alalım.”

 

Eray parmağını kapı kolundaki pencere açma butonunun üzerine götürdü ve camı sonuna kadar açtı. Gerçekten isteyerek mi açmıştı yoksa kolu kendi başına mı hareket ediyordu anlamadı. Bir kaç derin nefes çekti içine. Çok iyi gelmişti. Kendini rahatlamış hissediyordu. İçine çektiği havanın minik dokunaçları vardı ve beyninin etrafını sarmış ona masaj yaparak rahatlatıyorlardı sanki. Bir yandan da Şeyma’yı aslında sevmediğini ve onunla zorla birlikte olduğunu söylüyordu kendine. Ama hayır Şeyma’yı seviyordu, bunları beynine bir başkası fısıldıyordu. Gözlerini ovuşturup kafasını sağa sola sallayarak kendine gelmeye çalıştı. Pencereyi kapatmak için elini butonun üstüne koydu. Başını çevirip Şeyma’ya baktı. Cama ufak seyahat yastığını dayamış, bacaklarını altında toplamış ve kapıya yaslanmış uyuyordu. Ne kadar masum ve güzel görünüyordu. Dört yıl önce ilk tanıştıkları günler aklına geldi. Ensesinden bir ürperti tüm tüylerini diken diken ederek yukarı çıktı. Biraz sinirli olabilirdi ve bazen olayları biraz abartıyor da olabilirdi ama yine de karısını seviyordu. Biraz önceki düşünceleri de neydi öyle? Bunları gerçekten düşünmüş olamam dedi kendi kendine. Şeyma gözlerini yarı açarak;

 

-Efendim canım, bir şey mi dedin?

-Ha? Yok bir şey demedim. Öylesine şarkı mırıldanıyordum.

-Pencereyi kapatır mısın? Hava soğudu sanki biraz, üşüdüm.

 

Zaten kapalı diyecekti ki başını çevirdiğinde pencerenin açık olduğunu gördü. Biraz önce kapatmamış mıydım bunu diye düşünürken elinin pencereyi kapatma butonunun üzerinde durduğunu fark etti. Şeyma’nın çığlığı ile irkildi ve önüne baktığında yolun ortasında bir karaltı durduğunu gördü. Frene asılıp direksiyonu önce sola sonra sağa kırdı. Araba bir şeyin üzerinden geçmiş gibi zıpladı ve yolun sağında durdu. 

 

-İyi misin, bir şeyin var mı?

-İyiyim bir şeyim yok, sen iyi misin?

-Evet iyiyim.

-Neydi o bir şeye mi çarptık yoksa? Geyik veya başka bir hayvan mıydı?

-Bilmiyorum çok karanlıktı seçemedim. Her şey çok ani oldu zaten. Sen arabada kal ben inip bakacağım.

 

Eray kemerini çözüp arabadan indi. Yolun arka tarafına baktı ama arabanın kırmızı stop lambaları birkaç adım öteyi ancak aydınlatıyordu. Arabaya dönüp torpido gözünden el fenerini aldı. Arabanın arkasına geçip feneri yola doğrulttu çok net göremiyordu etrafı. Sanki hava burada daha kalındı ve ışığın gücü arkasına geçmeye yetmiyordu. Sonra yolun sağına ve soluna tutarak bakındı ama bir şey göremedi. Arabaya geri dönecekti ki bir hırıltı duyduğunu sanıp arkasına tekrar baktı. Sese doğru yürümeye başladı. Omuzunun üstünden arabaya bir göz atıp birkaç adım daha attı. Havanın ağırlığını ve koyuluğunu vücudunda hissediyordu. Ne yolda ne de yol kenarlarında bir şey göremeyince rüzgarın sesi olmalı deyip arabaya geri döndü. Uzaklardan bir kurdun acı acı uluma sesi geldi.

 

-Ne olmuş, bir hayvana mı çarpmışız? diye sordu Şeyma.

-Bir şey görmedim. Yolda ve kenarlarda hiç bir şey yoktu. 

-Ama yolun ortasında bir şey gördüğüme emindim.

“Zaten hep her şeyden emindir öyle değil mi?” diye araya girdi kafasındaki ses.

-Yok dediysem yok işte! Bir şey vardıysa bile korkup kaçmıştır. Yalan söyleyecek değilim ya! 

-Tamam canım niye kızıyorsun. Yalan söylüyorsun demedim ki ben sadece...

-Neyse ne uzatma işte, diye tersleyerek lafını bitirmesini beklemeden gaza basıp yola çıktı. 

“Hep o mu sana bağıracak, birazda senin sesin çıksın artık. Bunu hak etmişti”

-Tabi ya, arada bir de benim sesim yüksek çıksın ne olacak.

-Hayatım iyi misin? Solgun görünüyorsun. Biraz dinlenmek ister misin?

“Ah, bak yine yapıyor aynı şeyi. Sürekli sana müdahale ediyor, her şeyine karışıyor.” 

-İyiyim ben karışma bana.

“Oldu olacak ne zaman uyuyup ne zaman uyanacağına da o karar versin”

 

Karısına ters bir bakış atıp önüne döndü. Şeyma Eray’ın gözlerindeki öfkeyi görünce korkuyla irkildi. Sanki arabayı süren kocası değil de bir başkasıydı. Kapıya yaslanıp tekrar uyumadan önce en yakın arkadaşıyla biraz mesajlaştı. Gözlerini kapattığında Eray’ın kendi kendine bir şeyler söylendiğini belli belirsiz duyarken uykuya daldı. Karanlıkta kocasının gözlerinin akında gezinen karanlık dumanı da göremedi.  

 

Eray biraz önceki kazadan beri kendinde olmadan sürüyordu arabayı. Ne kadar yol geldiğinin farkında değildi. Arabanın benzininin azaldığını belirten ikaz sesini duyunca kendine geldi. 

“Hep onun yüzünden” dedi ses. “Sırf onun söylenmelerinden erken kurtulmak için saptın bu kestirmeye. Şimdide gecenin bu vakti benzinin bitiyor.”

Kafasını uyuyan karısına çevirip;

-Hep senin yüzünden bunlar, diye mırıldandı.

“Eğer yolda kalırsan arabada uyumak zorunda kalacaksın. Bir de sabah erkenden kim bilir ne kadar yol yürümen gerekecek benzinlik bulabilmek için.”

-Lanet olası kadın. Bana sadece sorundan başka bir şey getirmiyorsun.

 

İleride bir aydınlık gördü. Ya bir kasabaya giriyoruz ya da bir benzinlik diye sevindi. Biraz daha yaklaşınca eski küçük bir benzinlik olduğunu gördü ve hemen sağa dönüp içeri girdi. Sadece iki tane pompası vardı. Küçük bir ofis binası, köy bakkalını andıran bir marketi ve yanında da tek kabinlik bir tuvaleti vardı. Tuvaletin yanında hurda bir paslı araba ve kullanılmayan atık lastiklerinden kuleler vardı. Binanın diğer tarafında ise arka tarafa uzanan bir patika belli belirsiz seçiliyordu. Tabelada “Musa’nın Yeri” yazıyordu. Kim böyle ıssız bir yola benzinlik açmak isteyecek kadar aptal olabilir diye düşündü. Ama iyiki de açmışlardı. Yoksa bu lanet kadın yüzünden benzini bitecek ve yolda kalacaktı. Kontağı kapatıp kapıyı açtı. Arabanın iç lambaları yanarak içeriyi aydınlattı. Şeyma gözlerini kırpıştırarak uyandı. 

 

-Ne oldu niye durduk, nereye gidiyorsun?

“Her şeye karışmasa olmaz.” dedi ses.

-Benzin alacağım ve müsaaden olursa işeyeceğim. Ne zaman işeyeceğime de mi karışacaksın.

-Ama Eray...

 

Karısının sözünü bitirmesini beklemeden arabadan inip kapıyı çarptı. Şeyma kocasının arabanın önünden dolanarak camları kırık terk edilmiş karanlık ve metruk görünümlü küçük binanın kapısından girişini korku dolu gözlerle izledi. Binanın kapısı alacakaranlık kuşağından fırlamış bir yaratığın ağzı gibi kocasını yutmuştu. Telefonunu çıkarıp olanları anlatmak için arkadaşını aradı. Sadece bir dakika sonra kocasının metruk binadan çıktığını gördü. Elinde tuttuğu şeyin ne olduğunu karanlıkta seçemedi.

 

Eray bir tane solgun floresan lambanın aydınlattığı küçük binanın kapısını açtı. Kapının üstündeki çan kapının açılmasıyla çalarak birinin geldiğini haber verdi. Sesi duyan böcekler tezgahın ve rafların arasına kaçıştı. Fare olduğunu sandığı küçük siyah bir karaltı da tezgahın sonundaki açık bir kapıdan içeri kaçtı. Muhtemelen çalışmayan iki tane içecek dolabı vardı kapının karşısında. Solundaki duvarda sıra sıra raflara içlerinde ne olduklarını seçemediği irili ufaklı kavanozlar dizilmişti. Tipik yöresel ürünlerdir diye düşündü. Tezgahın sonundaki açık kapıdan sarı bir ışık sızdı ve odadan dışarı altmış yaşlarında seyrek saçları dağılmış çokta uzun boylu olmayan zayıfça bir adam çıktı. Yüzü güneş altında tarlada çalışmış gibi esmerleşmiş ve yılların verdiği kırışıklarla dolmuştu. Kulaklarından beyazlamış kıllar fışkırıyordu. Bıyıkları sigara dumanından sararmıştı. Birbirine karışmış ve kirden keçeleşmiş sakalı bir kaç haftalık olmalı diye düşündü. 

 

-Merhaba. Kusura bakmayın uykunuzdan uyandırdım ama benzinim bitmek üzereydi ve şansıma burayı gördüm.

-Merhaba genç adam. Zaten uyuyamıyordum ve her zaman konuşacak birileri olmuyor bu civarda. O yüzden tam aksine sevindim bile, diyerek sırıttı.

 

İnce ve çatallı sesi bir yerden tanıdık geliyordu. Konuşurken adamın dişlerinin çarpık çurpuk ve çoğunun çürümüş olduğunu gördü. Ağzından yayılan garip kokuda tanıdık gelmişti Eray’a. Derisi keçe gibi olmuş ellerini tezgahın üzerine koydu. Uzun tırnaklarının üstü derin çatlaklarla kaplıydı. Tırnaklarının altı ve dipleri ise tüm gün elleriyle asfalt taşımış gibi siyah pisliklerle doluydu. Gece kadar siyah olan gözlerini Eray’dan ayırmadan konuştu. 

 

-Canın sıkkın gibi görünüyor Eray. Bir sorun yoktur umarım.

-Adımı nereden biliyorsunuz?

-Biraz önce söyledin ya genç adam, diyerek pis dişleriyle sırıttı.

Eray söyleyip söylemediğinden emin olamayarak devam etti.

-Ya öyle mi? Sanırım yorgunluktan olsa gerek unutmuşum. 

Yaşlı adam kafasıyla dışarıdaki arabayı işaret ederek

-Genç hanımla biraz tartıştınız sanırım.

Eray şaşırmış şekilde yaşlı adama bakıyordu.

-Zihnini okumama gerek yok evlat. Kavga etmiş karı kocaları görünce anlayacak kadar uzun yaşadım. 

-Bazen uzun yolculuklarda oluyor böyle. 

-Sadece uzun yolculuklarda mı? Böyle kadınlar buldukları her fırsatta kavga ederler.

Yine başıyla dışardaki arabayı işaret etti.

-Aslında haklısınız.

-Rahmetli babam da annemden çok çekmişti. Sanırım bizim ailede nesilden nesile geçen bir şey bu. Bende bizimkinden çok çekmiştim. O yüzden seni çok iyi anlıyorum. Neyse ki artık öyle dertlerim yok.

-Boşandınız mı?

Yine aynı pis sırıtma ifadesi yerleşmişti yüzüne.

-Eh sayılır. Çok yorgun ve solgun görünüyorsun. Gece vakti bu yollar tehlikelidir. Karanlığın içinden hayvanlar çıkabilir. Kaza yapmanızı hiç istemem. Tam uykunu açacak bir karışımım var istersen.

-Zahmet olmasın size hiç gerek yok.

Yaşlı adam çoktan odasının yolunu tuttu. Bir dakika sonra elinde bir bardakla geri geldi. İçinde koyu siyah bir sıvı vardı. 

-Al bakalım. Kendi tarifimdir. Seni tüm gece uyanık tutar bu. Daha yolunuz uzun gibi görünüyor.

 

Eray uzatılan bardağı aldı. Kahve gibi görünüyordu ama kokusu farklıydı. Arabanın penceresini açtığında içine çektiği ve yaşlı adam konuşurken ağzından gelen kokuyu andırıyordu. Bardaktaki sıvıyı bir dikişte mideye boşalttı. Koyu kıvamlı sıvı boğazını yakarak süzülürken yaşlı adamın gülümsemesi neredeyse kulaklarına kadar uzanıyordu. 

 

-Değişik bir tadı var ama kendimi şimdiden daha dinç ve hatta güçlü hissediyorum. Ne var bunun içinde?

-Kolayca bulamayacağın çok nadir bitkiler yetişir bu civardaki ormanda. Gizli bir tariftir. 

 

Eray’ın görüşü bulanıklaşır gibi oldu. Sanki gözlerinin önünden ince siyah bir tül perde geçiriyorlar gibiydi. 

 

Yaşlı adam, avuçlarının içi siyah koyu bir sıvıyla kaplı halde Eray’ın elini tutarak konuşmaya devam etti. 

 

-Yolunun geri kalanında başın ağrımadan gitmek isterdin değil mi?

-Ah evet, kesinlikle böyle isterdim.

-O zaman ağrının kaynağından kurtulman gerek, haksız mıyım?

-Kesinlikle haklısın. 

-Zaten bugüne kadar seni mutsuz etmekten başka bir şey yapmadı, değil mi?

-Evet beni hiç mutlu etmedi. Ama hayır mutlu olduğum zamanlarda vardı, hatırlıyorum. Hatırlamaya çalıştı ama anıları bulanık birer görüntüden ibaretti. 

Eray’ın midesi bulanır gibi oldu. Karın kasları kasıldı. Karısıyla mutlu olduğu zamanları düşünmeye çalıştıkça beynine küçük iğneler batırıyorlarmış gibi bir acı hissediyordu. Yaşlı adam elini daha güçlü sıktı.

-Sen mutlu olmayı sonuna kadar hak ediyorsun bence. Çok daha iyilerine layıksın.

-Ben çok daha iyilerine layığım, diye tekrar etti yarı uyuşuk bir biçimde. Gözlerinin önündeki ince siyah tül perde dalgalandı. Yaşlı adam elini bıraktı ancak Eray elinde hala bir ağırlık hissediyordu. Topuklarının üzerinde yavaşça dönerek kapıya yöneldi. Kapının üzerindeki çan bir kez daha çaldı. Deliğine kaçan böcekler ve fare olduğunu sandığı hayvan eski yerlerine dönüp onu izlediler. Yaşlı adamda arkasından geliyordu. Eray onun ayak seslerini duymuyor ama nefesindeki kokuyu hissediyordu. O ince çatallı sesiyle kulağına bir şeyler fısıldadı. 

 

Kocası binaya girer girmez Şeyma arkadaşını aramış ona olanlardan bahsediyordu. Daha henüz bir dakika geçmişti ki Eray’ın kapıdan çıktığını gördü. Birkaç adım atıp durmuş sanki yanındaki birinin söylediği bir şeyi dinliyormuş gibi kafasını sola doğru çevirdiğini gördü. Önce gözleri sonra kafası arabaya doğru döndü ve yaklaşmaya başladı. Kapıya birkaç adım kala kocasının elindeki ucu körelmiş paslı keseri fark etti. Kapının yanına kadar gelince kocasının, ilk karşılaştıklarında kendine aşık eden yeşil gözlerinin artık simsiyah olduğunu gördüğünde büyük bir çığlık attı. Attığı ikinci çığlığa cevap olarak sadece binanın arkasındaki ormandan gelen kurtların ulumaları geldi. Eray kapı koluna uzandığında Şeyma damarlarına hücum eden adrenalinin etkisiyle kapının kilidine basabildi. Eray kapı kolunu tutup açmaya çalıştı ancak açamayınca elindeki keseri kaldırıp cama indirdi. İçeri patlayan cam tuz buz olup Şeyma’nın üzerine saçıldı. Refleks olarak elini yüzüne kapatarak kafasını çevirdi. 

 

-Eray ne yapıyorsun? Çıldırdın mı? diye bağırırken içeri uzanan eline de çaresizce vuruyordu. 

Eray ise yaşlı adamın ona fısıldadıklarını tekrar ediyordu.

-Bugüne kadar beni hiç mutlu etmedin ki zaten, ben daha iyilerine layığım. Ve baş ağrılarımın kaynağından kurtulmam gerekiyor.

 

Kırık pencereden elini uzatıp karısının kıvırcık güzel saçlarını kavradı. Şeyma çığlık atıyor bir eliyle Eray’ın koluna vurup diğeriyle de tutunacak bir yer arıyordu. Bir kaç kez direksiyonu tutmak için hamle yaptıysa da Eray’ın gücüne karşı koyamadı. Onun bu kadar güçlü olduğunu görmemişti daha önce. Tek eliyle karısının saçlarından çekerek kırık camdan dışarı çıkardı. Şeyma iki eliyle birden Eray’ın kollarına vuruyor, çığlık atıyor, çıplak ayaklarıyla toprağı dövüyordu. 

 

“Lanet olası kadın hak ettiğini bulacak” dedi yaşlı adam.

-Hak ettiğini bulacaksın lanet olası kadın, dedi Eray. 

 

Şeyma’nın çırpınışları kafasında hissettiği sıcaklıkla yavaşladı ve sonunda durdu. Eray paslı keseri tüm gücüyle karısının kafasına indirmişti. Kafatasının kırıldığını gösteren bir çıt sesi duyduğu son ses oldu. Kıvırcık saçlarından yüzüne doğru akan ılık kanı hissediyor ama hiç bir yerini kıpırdatamıyordu. Ağzına kanın bakırımsı tadı geldi. Gözlerinin önü karardı, başı dönüyor ve midesi bulanıyordu. Saçlarını alnına yapıştıran kanlar sol gözünün önünden kırmızı bir nehir gibi akarak boynuna oradan da göğsüne iniyordu. Sağ gözünün ise gördüğü son görüntü Eray’ın tekrar havaya kalkan kolu oldu. 

 

Eray kendinde olmadan indirdiği keser darbelerini (kaç tane olduğunu o da bilmiyordu) kesmişti. Önünde yatan kafası biçimsiz bedene baktı. Yaşlı adam hala pis dişlerini göstererek sırıtıyordu. O koku artık sadece ağzından değil tüm vücudundan çıkıyor gibi sarmıştı etrafını. 

 

-Artık özgürsün, dedi yaşlı adam.

-Artık özgürüm, dedi Eray.

-Hadi sana yardım edeyim de bu yükten tamamen kurtulalım.

 

Eray koltuk altlarından yaşlı adamda ayaklarından tutarak Şeyma’nın bedenini metruk binanın yanındaki patikadan arka taraftaki ormana taşıdılar. Bina artık gözden kaybolana kadar patikayı takip ettiler. Sanki dünyanın varoluşundan beri orada duruyormuş gibi görünen, kadim ağaçların arasında genişçe bir bataklık alana vardılar. Siyah balçık gibi görünen bataklıktan yine aynı tanıdık koku yükseliyordu. Taşıdıkları yükü bataklığın yanına bıraktılar. Ağaçların dalları dans edermişçesine sallandı sanki. Eray’ın anlamadığı bir dilde uğulduyorlardı. 

 

-Artık git ve güzel bir uyku çek. Sabah uyandığında hafiflemenin ve özgürlüğünün tadını çıkaracaksın.

 

Eray patikadan çıkmak için arkasını dönmeden önce bir süre daha baktı. Ağaç köklerine benzeyen belli belirsiz şekillerin bir zamanlar karısı olan cansız bedeni sarıp bataklığın içine çekmesini izledi. Patikadan çıkmaya devam etti. Binanın yanına geldiğinde arkasını dönüp tekrar baktı ama karanlıkta hiçbir şey göremedi. Yaşlı adam da karısı da artık yoktu. Ormanın derinliklerinde bir yerlerde yeni bir ağaç filizi daha topraktan başını çıkarmıştı ama onu da görmedi.

 

-Artık özgürüm, artık özgürüm diye kendi kendine mırıldanarak arabasının şoför tarafına yürüdü. Arabaya binmeden önce gözlerinin önüne karısının kanlı yüzü geldi. Midesi kasıldı, bulandı ve öğürerek kustu. Ağzından akan siyah sıvıları toprak emdi ve gözden kaybetti. Eray koltuğuna oturup öylece bekledi. Ne kırık camı ne de kan gölünü gözü görmüyordu. Birden kendini aşırı bitkin hissetti. Göz kapaklarının ağırlığını taşıyacak gücü bile kalmamıştı ve derin rüyasız bir uykuya daldı.

 

Arkadaşı Filiz’in telefonda son duyduğu sesler bir camın kırılması ve Şeyma’nın bağrışları oldu. Ne kadar seslendiyse de kendine cevap veren olmadı. Hemen 112’yi arayarak olanları anlattı. Ardından tekrar Şeyma’yı aradı ancak telefonu kimse açmadı. 

 

Sabah 8:20’de jandarma ekipleri kendilerine verilen koordinatlara ulaştılar ve yol kenarındaki terkedilmiş bir benzin istasyonunun önünde park etmiş gri SUV aracı gördüler. Şoför koltuğunda gözleri kapalı koyu renkli tişört giymiş biri vardı. Silahlarını hazır tutan iki er aracın 2 yanından temkinli şekilde yaklaştılar. Başçavuşta hemen arkalarından geliyordu. Er camı tıklattı. İçerdeki adam irkilerek uyandı, gözlerini ovuşturup dışarı baktı. Er silahını doğrultup ona yavaşça dışarı çıkmasını söyledi. Adam ne olduğunu anlamamış şekilde sağına soluna bakındı. Karısının oturduğu koltuk boştu ve cam kırıklarıyla doluydu. Er bu sefer daha yüksek sesle dışarı çıkmasını söyledi. Aracın diğer tarafına geçen er komutanını çağırdı. Yerdeki kurumuş kan lekelerini ve üzerine kanlı saçlar yapışmış eski bir keseri gösterdi. Adam kapıyı açıp dışarı çıktı. Uzaktan koyu renk görünen tişörtün aslında kanla kaplı olduğu anlaşıldı. Işık çok parlaktı, gözlerini kısarak ere baktı. 

 

-Karım nerede? Ne oldu? Neden buradasınız?

-Arabaya yüzünü dön ve ellerini kaldır, diye bağırdı er.

-Neler oluyor ben bir şey yapmadım. Karıma bir şey mi oldu?

-Arkanı dön!

 

Son kez bağırıp tüfeğinin ucuyla adamı arkasına döndürdü. Kelepçeleri taktı. Başçavuş Veysel yanlarına geldi.

 

-Eray Soylu sen misin?

-Evet benim. Karım nerede?

-Karının adı Şeyma Soylu mu?

-Bir şey mi oldu ona? Lütfen söyleyin nerede o?

-Bunu bize sen söylersin diye düşünmüştüm. Karın nerede?

-Bilmiyorum uyandığımda yanımda yoktu. Ne oldu ona? Şeyma nerede?

 

Başçavuş başıyla onu götürmelerini işaret etti. Erler Eray’ın iki koluna girip öndeki minibüse götürdü ve arka koltuğa oturttular. Erlerden biri yanına oturdu. Diğer minibüsten inenler aracı incelemeye, fotoğrafları çekip delilleri toplamaya başladıklarında öndeki minibüs de karakolun yolunu tuttu. 

 

Karakola vardıklarında başçavuş Eray’ı sorguya çekmeye başladı. Eray kestirme yola girdikten sonra olanları hatırladığı kadarıyla anlattı. 

 

-Demek benzinin bitti ve o küçük benzinliğe girdin öyle mi?

-Evet aynen anlattığım gibi.

-Bir bakalım, arabanın deposunun yarısının dolu olduğu ve durduğun benzinliğin ise kim bilir kaç yıl önce terk edilmiş olduğu dışında bir sorun yok anlattıklarında.

-Nasıl olur, benzin ikaz ışığı yanmıştı. Sonra orayı gördüm, ışıkları yanıyordu.

-Bir de şu yaşlı amca var, Musa mıydı adı?

-Adını bilmiyorum. Musa’nın Yeri yazıyordu bende öyle tahmin ettim. 

-Tişörtündeki kanlar nereden bulaştı peki?

-Bilmiyorum, hatırlamıyorum. Oraya girdikten sonrasını hatırlamıyorum.

-Arabanın yanındaki keserde parmak izlerin var. Kurumuş kan ve karının olduğunu tahmin ettiğimiz saçlar var. Sana ne olduğunu söyleyeyim. Karından bir sebeple kurtulmak istiyordun. Onu bu ıssız yolda öldürüp cesedi de ormanda bir yere gömdün. 

-Bu tam bir saçmalık! Sonra da arabada uyuyup sabah beni almaya gelmenizi bekledim değil mi?

-Belki vicdan azabı çektin, belki uyuşturucu bir madde etkisindeydin. Kan sonuçların gelince anlarız. Şimdi bize cesedi nereye gömdüğünü söyle.

-Onu ben öldürmedim diyorum size. Ben karımı seviyordum. 

Gözlerinden yaşlar boşalarak ağlamaya başladı. Başçavuş daha önce çok hırsız ve katil görmüştü ama hepsinin de gözlerinden suçlu olduklarını anlayabilirdi. Eray’ın ise gözlerinde gördüğü şey doğru söylediğiydi. Karısını öldürmüşse bile bunu hatırlamadığından neredeyse emin olacaktı. Ya duygularını saklamakta çok ustaydı ya da gerçekten de hiçbir şeyden haberi yoktu. Oysa tüm kanıtlar aksini gösteriyordu. Ankara’dan gelen emniyet mensuplarına onu teslim ettikten sonra odasına geçip dosyayı bir kez daha inceledi. Şu “Musa’nın Yeri” kafasına takıldı. Bu adı sanki daha önce de duymuştu. Hakkında arşivlerde bir şey var mı diye bakmak için yazıcısı Ali’yi gönderdi. Ali bir saat sonra elinde bazı dosyalarla geldi. Geçen yıl aynı bölgede iş arkadaşını öldüren bir pazarlamacının dosyasına baktı. Adam ifadesinde benzin almak için Musa’nın Yeri'ne girdim demişti. Diğer dosyalara da baktı ve aynı ifadeyi veren başka zanlılar olduğunu da gördü. Mekanın fotoğraflarına tekrar baktı. Binanın yanında sanki patikaya benzer bir açıklık görünüyordu. Ama sık dikenli çalılar bürümüş ve kapatmıştı. Saati sabahın dördünü gösteriyordu. İki saat sonra cesedi aramak için ekipler binanın arkasındaki ormana gireceklerdi. Onlardan önce gidip bir kez daha bakmak istedi. Yazıcısı Ali’yi çağırdı ve arabanın arka koltuğuna oturdu.

-Nereye gidiyoruz komutanım?

-Olay yerine gidip bir kez daha bakmak istiyorum.

-Emredersiniz komutanım. 

Hava gün doğumundan önceki o zifiri karanlık evresindeydi. Başçavuş bir sigara yaktı. Ali duman çıksın diye penceresini araladı. Garip bir koku geldi burnuna. Ali, Veysel başçavuşu çok severdi. Kendisi yetim olduğu için başçavuş ona çok iyi davranırdı. Bir de sağ ayağındaki aksaklık yüzünden onu çok zorlu işlere koşturmazdı. O da komutanını bir baba olarak görürdü hep. 

 

“Baban olmadığı için seni aşağı görüyor, fark ettin değil mi? Üstelik arkandan aksak aksak yürümeni de izleyip kendince eğleniyor. Sanki sen onun özel soytarısıymışsın gibi.” 

Beynine fısıldayan o ince ve çatallı sese karşılık verdi.

-Evet bana da yürüyüşümle dalga geçiyor gibi gelmişti. Sanki böyle olmayı ben istedim.

-Bir şey mi dedin Ali?

-Hayır komutanım. 

Göz ucuyla yan koltukta duran silahına bakıp yola devam etti.


 

                                Mesut Harun Akdaş

30.06.2020

Book no.1
bottom of page