SOĞUK ÇIĞLIKLAR
Ağustos bitmiş yerini Eylül’e bırakmıştı. Gündüz vakti hava halen sıcak olmasına rağmen, güneş batmaya başlarken hissedilir derecede soğuyordu. Oysa yetimhanenin koridorları sürekli soğuktu. Sadece koridorları değil, yemekhane, tuvaletler, banyolar, oyun odası da hep soğuktu. Özellikle gece olup herkes yataklarına çekilince yatakhaneler daha soğuk olurdu. Bu soğukluk sadece fiziksel değildi. Çocukların yalnız kalplerinin soğuğuydu. Sevgiden ve şefkatten uzak kalmış bir kalp buz gibi olurdu. Kalp buz gibi olunca gözler de, düşünceler de soğuk olurdu. Battaniyesinin altında büzüşüp sessizce ağlayan çocuğun gözyaşları odayı daha da soğuturdu. Çocuğun sessizce ağlamasını duyan arkadaşının teselli sözleri de odayı ısıtmaya yetmezdi. Onun da sözcükleri soğuktu çünkü. Bedenleri değilse bile kalpleri üşüyerek uykuya dalardı çocuklar. Onların rüyaları bile soğuk olurdu.
Tabi ki bu durum hep böyle değildi. İki ay öncesine kadar çocukları seven, şefkat gösteren ve kalplerini ısıtan Fatma anneleri vardı. Yeni müdür geldikten sonra ilk onu göndermişti yetimhaneden. Yerine asık suratlı ve taş kalpli başka bir kadın gelmişti. Gagaya benzeyen kıvrık burnunun hemen yanında büyük siyah bir beni vardı. Vücudunun iriliğine zıt düşen ufak elleri tombuldu. Üstelik çocukların kollarında, sırtlarında veya kalçalarında izi çıkacak kadar da ağırdı.
Yeni müdür kısa boylu tıknaz bir adamdı. Yuvarlak yüzüne uyumlu yuvarlak çerçeveli gözlükler takıyordu. Gömleğinin düğmelerini gerdiren göbeği kemerinin üzerinden sarkıyordu. Ceketinin iç cebinden çıkardığı beyaz tarağı ile sürekli seyrek gri saçlarını tarardı. Geldiği gün çocukları bahçede toplamış onlara bir konuşma yapmıştı. Disiplinin ve itaatin öneminden bahsetmişti. Fatma anneleri disiplinden yoksundu, bu iş için uygun değildi ve o yüzden gitmesi gerekmişti. Onun yerine Şükran Hanım gelmişti ve bu, çocuklar için çok daha iyiydi. Konuşmasını bitirdikten sonra odasına çıkıp yüzüne büyük bir gülümseme yayılırken pencereden çocukları izlemişti.
Bugün her zamanki gibi penceresinin önünde öğlen güneşinin son sıcak ışınları altında oynayan çocukları izliyordu. Elleri kumaş pantolonunun derin ceplerindeydi. İleri geri hafifçe sallanarak kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu. Yüzüne mutlu bir gülümseme yerleşmişken kapı çaldı. Kızgın bir ifadeyle ellerini ceplerinden çıkarıp koltuğuna geçti.
“Girin!” diye bağırdı.
“Turgut Bey kusura bakmayın”, dedi orta yaşlarını çoktan geçmiş güvenlik görevlisi,
“Temizlik görevi için beklediğimiz kişi geldi.”
“Tamam gelsin. Sen dışarıda bekle” diyerek eliyle gidebilirsin gibi bir işaret yaptı. Güvenlik görevlisi yeni gelen adamı içeri alıp kapıyı kapattı. Müdür küçümser bir edayla adamı baştan aşağı süzdü. Gelen adam en fazla otuzunda gösteriyordu. Zayıf ve uzun boyluydu. Kumral saçları düzgünce taranmıştı. Üzerine bir beden büyük duran gri bir kumaş pantolon giymişti. Lacivert gömleğinin düğmeleri boynuna kadar ilikliydi. Kıyafetleri temizdi ancak müdür oturmasını söylemedi.
“Merhaba efendim.” sesinin ürkekliği müdürü keyiflendirmişti. “Adım Ahmet.”
“Tamam tamam, dosyanı ver sen.” diyerek elini sabırsızca uzattı. Adam bir adım öne çıkarak elinde tuttuğu dosyayı müdüre uzatıp yerine çekildi. Müdür dosyaya şöyle bir göz attı. Daha önce birkaç kamu binasında ve bir ilkokulda temizlik görevlisi olarak çalışmıştı.
“Güzel, çocuklara yabancı değilsin.” dedi ve okumayı sürdürdü. Dosyayı kapatıp masanın üzerindeki telefonun birkaç tuşuna bastı ve bekledi. “Odama gelin” dedi ve ahizeyi yerine koydu. “Şükran Hanım seni kalacağın yere götürecek ve detayları anlatacak.” dedi uzun boylu adama bakarak. Bir dakika sonra kapı çaldı ve Şükran Hanım geldi.
“Buyurun müdür bey?” dedi. Biraz önce gelen güvenlik görevlisi gibi tedirgin değildi. Aksine kendinden emin duruyordu. Müdürün gözlerinin içine bakmaktan sakınmamıştı kadın.
“Bu Ahmet. Temizlik görevi için geldi. Ona kalacağı yeri gösterip yapacağı işi anlatırsın.”
“Tabi müdür bey.” dedi ve o da adamı baştan aşağı süzdü. “Gel benimle” diyerek kapıyı açtı. Adam çıktıktan sonra geri geri odadan çıkıp kapıyı kapatacakken müdür seslendi.
“Akşam biraz daha kalıp çalışacağım, bilginiz olsun. Rahatsız edilmek istemiyorum.”
“Anlaşıldı müdür bey.” dedi Şükran Hanım ve kapıyı kapattı. Başıyla beni takip et der gibi bir hareket yapıp yürümeye başladı. “Kurallara uyarsan rahat edersin, tamam mı?”
“Tamam Şükran Hanım." Kapının yanına bıraktığı çantayı omzuna asıp kadının peşine takıldı.
“Sabah erkenden müdürün odasını temizle. Akşamları mesaiye kaldığında rahatsız edilmek istemez. Onun katında çalışma, oralarda dolaşma.” Merdivenlerden inerek alt katın koridorunda durdular. “Bu katta yatakhaneler ve revir var. Çocuklar akşam dokuzda yatarlar. Sabah onlar kahvaltıdayken pencereleri açıp havalandır. Sonra temizliğini yap. Tuvaletler koridorların sonunda.” Eliyle ileriyi işaret edip tekrar merdivenlere yöneldi. Zemin kata inip koridorunda yürümeye başladılar. “Bunlarda oyun alanları. İleride de yemekhane var. Her yemek sonrası yerlere paspas çekilip masalar silinecek. Anlaşıldı mı?”
“Evet Şükran Hanım, anladım.”
“Tamam. Yine de odanda bir çizelge var. Oradan takip edersin.” Yemekhaneyi geçip dar bir merdivenden bir kat daha aşağı indiler. Cebinden bir anahtar demeti çıkarıp ilk odanın kapısını açtı. Çıplak sarı ampul odayı cansız şekilde aydınlattı. “Temizlik malzemeleri burada. Eksikleri ay sonunda bildirirsin, aybaşında alınır.” Kapıyı kapatıp kilitledi ve biraz ilerideki başka bir kapıyı açtı. “Burası da kalacağın oda. Sen yerleş. Çocuklar öğle yemeğini 12.30’da yer. Yani yarım saat sonra yemekhanede olurlar. Biz de onlarla yeriz.”
“Anladım Şükran Hanım.”
“İyi bakalım. Unutma! Kurallara uyarsan ve çok göze batmazsan rahat edersin. Seni ilgilendirmeyen şeylere de burnunu sokma, tamam mı?”
“Ben işime bakarım başkasıyla da ilgilenmem Şükran Hanım. Merak etmeyin.”
“İyi, güzel.” Anahtarları verip başka bir şey söylemeden arkasını dönüp çıktı. Ahmet tek göz odayı soldan sağa inceledi. Tavana yakın bir yerde önü demir parmaklıklı bir pencereden cılız bir ışık giriyordu. Solda tuvalet ve banyo olarak kullanılan alana açılan bir kapı vardı. Sağ köşede mutfak olarak kullanabileceği bir tezgah, sol köşede de eski metal bir somya ve üzerinde yer yer sararmış eski bir sünger yatak vardı. Onun karşısındaki eski elbise dolabının kapakları açık duruyordu. Pencerenin altındaki ahşap masa ve eski ahşap sandalyenin üzerinde ince bir toz tabakası oluşmuştu. Beton zeminin yarısını ancak kapatan eski bir de halı. Masanın yanına çantasını bırakıp parmak uçlarında yükselerek pencereden dışarı baktı. Çocuklar oyun oynuyorlardı. Ahmet çantasını kenara bırakıp temizlik malzemelerini almaya gitti. Aç değildi ve yemekhane boşalana kadar odasını temizlemeyi düşündü. İşini bitirdiğinde saat 13.30'a geliyordu. Malzemelerini alıp üst kata çıktı.
Yemekhaneye girerken bir kız çocuğu ile karşılaştı. Sekiz veya en fazla dokuz yaşında olmalıydı. Kendinden daha küçük bir kız ve bir oğlan çocuğunun ellerinden tutmuş dışarı çıkıyorlardı. Oğlanın bir gözü yoktu ve başı öne eğikti. Ahmet küçük çocuklara mı yoksa onlara ablalık yapmaya çalışan kıza mı üzülsün bilemedi. En içten şekilde gülümseyerek selam verdi. Kızın yüzü Ahmet’in gülümsemesini görünce aydınlandı. O da aynı şekilde gülümseyerek karşılık verdi ve çıktılar. Ahmet arkalarından bir süre baktıktan sonra önüne dönüp yemekhaneye girerken karşısında Şükran Hanım’ı gördü.
“Merhaba Şükran Hanım. Geç kalmadım değil mi? Son çocuklarda şimdi çıktı.”
“Yok kalmadın tam zamanında geldin ama çocuklarla fazla yüz göz olma.”
“Küçük çocuğa yazık. Gözüne ne olmuş?”
“Anaları babaları bırakıp giderken yazık dememişte sana ne oluyor? Sen onları bırakta işini hallet! Daha yatakhaneler var!” Asabi suratında küçümser ve sevimsiz bir bakış belirdi kadının.
“Peki efendim. Nasıl derseniz.” Başını önüne eğip paspası kovaya daldırdı. “Madem çocukları sevmiyorlar neden bir yetimhanede çalışıyorlar ki” diye düşündü temizlik boyunca. Yemekhanede işini bitirip koridora çıktığında merdivenin başında müdür ile Şükran Hanım’ı konuşurlarken gördü. Ahmet’i görünce arkalarını döndüler. Şükran Hanım peki der gibi başını salladıktan sonra bahçede oynayan çocukların yanına çıktı. Müdür ise hızlı adımlarla merdivenleri tırmanmaya başladı. Ahmet koridorun penceresine yaklaşıp dışarı baktı. Şükran Hanım oyun oynayan küçük bir grup çocuğun yanına gitti. Bir kız çocuğunun elinden tutup kenara çekti. Dikkatle bakınca onun yemekhaneden çıkarken gördüğü çocuk olduğunu anladı. Şükran Hanım eğilip ona bir şeyler söylerken çocuk kafasını omuzlarına gömüp pısmıştı. Yüzündeki korku ifadesini buradan bile görebiliyordu. Çocuk eliyle yanaklarını silip arkadaşlarının yanına döndü ama oyuna katılmadı. Boş ve korku dolu gözlerini yere dikmişti.
“Niye aylak aylak dikiliyorsun orada sen?” Ahmet koridorda yankılanan gür sesle irkildi. Elindeki paspas yere düştü.
“Sadece dışarı bakıyordum. Bir an dalmışım, kusura bakmayın.”
“Bir an dalmışmış. Sana dışarıyı izle diye mi iş verdik? Hadi daha üst katlar temizlenecek. Oyalanma!”
“Peki Şükran Hanım. Tekrar özür dilerim. Hemen hallederim.” Yere düşen paspası alıp kovasıyla birlikte merdivenlere yöneldiğinde Şükran Hanım yanından hışımla geçip gitti.
Akşam yemeği için çocuklar yemekhaneye girerken Ahmet köşede bekleyip giren çocukları izledi. Öğlen bahçede Şükran Hanım’ın konuştuğu çocuk yemeğe gelmemişti. Köşede görevlilerin oturduğu masaya yöneldi. Masada Şükran Hanımla birlikte dört kişi daha vardı. Güvenlik görevlisi, bir hemşire ve henüz tanışmadığı iki kadın daha. Onlarda Şükran Hanımla aynı üniformayı giyiyordu. Onlarında çocuklarla ilgilenen kadınlar olduğunu tahmin etti. İçlerinde en genç olanı hemşireydi. Sonradan boyattığı çok belli olan sarı saçlarını atkuyruğu yapmıştı. Ufak bir yüzü ve ufak gözleri vardı. Minyon değildi ama kısa boyluydu. Tozpembe üniforması içinde oldukça sevimli görünüyordu. Çocukların gördüğünde korkmayacağı bir tipi vardı.
“Öğlen karşılaştığım çocuk gelmemiş yemeğe. Bir şey mi oldu?” diye sordu.
“Biraz rahatsızlandı çocuk. Odasında yatıyor.” dedi Şükran Hanım.
“Yemeğini odasına mı götürüyorsunuz?”
“Burayı otel sandın herhalde! Bir akşam yemek yemezse ölmez merak etme.” Ahmet ağzını açacak oldu ama fırsat bulamadı. “Sana işin dışında bir şey ile ilgilenme denmedi mi, ha? Çocuklara bakmayı senden öğrenecek değiliz!”
“Sadece merak ettim Şükran Hanım, işinize karışmak gibi bir hadsizlik etmiyorum.”
“Merakta etme. Sen temizliğini yap gerisine karışma!” bu son sözünün üzerine masada tek bir kelime dahi konuşulmadı. Herkes yemeğini yiyip sessizce dağıldı. Yemekhane boşaldıktan sonra Ahmet temizliği bitirip odasına inmek için koridora çıktı. Eşyaları depoya koyup odasına çekildi. Saat henüz dokuz olmasına rağmen çantasından bir kitap alıp yatağa uzandı. Bir kaç cümle okudu ama aklı çocuklardaydı. Özellikle yemeğe gelmeyen kızı düşündü. Bir an yemekhaneden birkaç parça yiyecek alıp götürmeyi aklından geçirdiyse de bu düşüncesinden vazgeçti. Hem hemşire mutlaka çocukla ilgilenirdi. Bugün Şükran Hanımla bir daha karşılaşmak istemiyordu. İçindeki sıkıntı geçmemişti ama onu bastırıp tekrar kitabına döndü.
İlk günü yorucu geçmişti ve sayfalardaki harfler birbirine girmeye başlamıştı bile. Gözlerini kapatıp ovuşturdu. Açtığında oda karanlık ve soğuktu. Elektrik mi kesildi acaba diye kalkıp kontrol etmek istedi ama zaten ayakta durduğunu fark etti. Etrafına bakındı ama hiçbir şey göremedi. El yordamıyla yatağını ve masayı aradı ama nafile. Sanki bir boşluğun içindeydi. Karanlığın yoğunluğu vardı ve onu sardığını hissedebiliyordu. Arkasından gelen bir çığlıkla ürperip döndü.
“Kim var orada? İyi misiniz?” Bekledi ama cevap olarak sadece kısık bir ağlama sesi duydu. Dikkat kesilince bu sesin bir çocuğa ait olduğunu anladı. “İyi misin çocuk? Adın ne? Neredesin?” Yine cevap yoktu. Ağlama sesi artık daha yakından geliyordu. Sesi takip etmeye başladı. Karanlık boşluğun içinde hiçbir şey görmeden ilerledi. Ses sağ tarafından geliyordu artık. O tarafa dönüp çocuğa seslenerek hızlı adımlarla yürümeye devam etti. “Geliyorum merak etme. Sana zarar vermeyeceğim.” Birden karanlığın içinde küçük bir ışık gördü. O tarafa doğru koşmaya başladı. Işık, yerde diz çökmüş ağlayan küçük bir çocuğun üzerine düşüyordu. Uzun saçları özenle taranmış, diz kapaklarına kadar inen beyaz bir gecelik giymiş bir kız çocuğuydu. Çocuğun önünde çömeldi ve elini nazikçe omzuna koydu. “Korkma artık ben buradayım.” Çocuk başını kaldırıp Ahmet’e baktı. Bu, daha önce yemekhaneden çıkarken rastladığı, daha sonra da bahçede Şükran Hanım’ın konuştuğu çocuktu. “Ben Ahmet. Yemekhaneden çıkarken karşılaşmıştık, hatırlıyor musun?” Kız evet anlamında başını salladı. “Sana zarar vermeyeceğim. Neden ağlıyorsun? Buraya nasıl geldin?” Çocuk etrafına bakındı. Tepelerinden onları aydınlatan ışık haricinde her yer karanlıktı. Bilmiyorum der gibi omuzlarını kaldırdı çocuk. “Tamam, merak etme. Benimle güvendesin.” O tatlı gülümsemesi ile kızı sakinleştirmeye çalıştı. Kız da ona gülümsemek istedi ama birden güzel yüzü acıyla buruldu. Korku dolu gözleri irileşti ve kollarını açıp Ahmet’in üzerine atladı. Başını göğsüne yaslayıp gözlerini kapattı ve sıkıca sarıldı. Ahmet’te çocuğa şefkatle sarıldı. Derken karnına şiddetli bir ağrı saplandı. Çömeldiği yerde dizlerinin üzerine düşüp iki büklüm oldu. Kız ona daha sıkı sarıldı. Ahmet’in karnına saplanan ağrının şiddeti gittikçe arttı. Onun da yüzü acıyla şekilden şekile giriyordu artık. O da kıza sımsıkı sarıldı ve acıdan mı yoksa hissettiği başka bir şeyden mi olduğunu bilmediği bir kaç damla yaş süzüldü sımsıkı kapattığı gözlerinden. Karnındaki ağrı artık dayanılacak gibi değildi. Sanki dev bir sıçan midesinde hapsolmuş ve karnını parçalayıp dışarı çıkmak istiyordu. Bir süre sonra sıçan karından vazgeçmiş, yukarıya, kalbine doğru harekete geçmişti. Ahmet kalbinin ortasına bir ısırık atılmış gibi inledi. Oradan da ensesini tırmanıp beynine çıktığında Ahmet’in dayanacak gücü kalmamıştı. Kendini bayılacak gibi hissetti. O şiddetli acının arasında küçük kızın parmaklarının beline yaptığı baskıyı hissetti. Bu hisse tutunmayı başardı ve acı ile bağırdı. Sonra acının şiddeti kesildi. Kızın parmaklarını artık hissetmiyordu. Gözlerini açtığında yerde diz çökmüş, karanlıkta tek başına duruyordu. Etrafına bakındı ama kızı göremedi. “Neredesin?” diye bağırarak acele ile ayağa fırladığında yere düşen bir şeyin sesini duydu. Hemen sonra soluk soluğa yatağında oturduğunu fark etti. Okuduğu kitap göğsünden yere düşmüştü. Alnı ter damlacıkları ile doluydu. Ayaklarını yere uzatıp kalkmak istedi ancak karnındaki ağrıyı hissettiğinde duraksadı. Gördüğü rüyanın etkisinden kurtulamadığını düşündü. Gördüğünün bir rüya olduğundan da emin değildi aslında. Her şey çok gerçek gelmişti ona. Kızın ona sarılması, duyduğu tarifsiz acı, hepsini gerçekten hissettiğine neredeyse emindi. Ama işte burada, odasındaydı. Yatağında nefes nefese oturuyordu. Eski bir anısı geldi birden aklına.
Yedi yaşındayken annesini de en son böyle bir rüyada görmüştü. Annesi de ona sımsıkı sarılmıştı ve yine benzer bir acı duymuştu. O küçük aklı ve bedeni ile o zamanlar idrak edememişti bunu. Ertesi gün annesinin trafik kazası geçirdiği ve hastanede yattığı haberini almıştı. Bir haftanın sonunda annesi kurtulamamıştı. O bir hafta boyunca her gece annesini rüyasında görmüştü. Aynı karanlıkta sarılıyorlardı birbirlerine.
Daldığı anılardan kurtuldu. Karnındaki ve başındaki şiddetli ağrı biraz daha hafiflemişti. Saatine baktığında neredeyse bir saat uyumuş olduğunu görünce şaşırdı. Kalkıp banyoya girdi. Yüzünü ve ensesini serin su ile ıslattı ama pek bir faydasını görmedi. “Bahçeye çıkıp hava alsam iyi olacak” dedi aynadaki yansımasına.
Odasının kapısını kilitlemeden kapattı ve merdivenleri çıktı. Aklı hala gördüğü rüyada olduğundan aşağı inen Turgut Bey’i görmedi. Zemin kat koridorunda karşılaştıklarında, Ahmet irkildi. Müdürü karşısında görünce ellerini önünde bağlayıp onun geçmesi için duvara yanaştı.
“İyi akşamlar Turgut Bey.” dedi. Sesi kendisinin de şaşırdığı şekilde titrek çıkmıştı. Asabiyetle karşılaşacağını sanarak çekinmişti ama müdürün yüzünde mutlu bir ifade vardı.
“Ne yapıyorsun bu saatte burada? Hayalet görmüş gibisin, bu ne hal?” diye yumuşak bir tonla sordu müdür.
“Özür dilerim efendim. Uyuyamadım da, bahçeye çıkıp biraz hava almak istemiştim.”
“Tamam neyse, yerini yadırgamışsındır. Çok dolaşma ortalıkta da çocukları uyandırma.” diyerek hızla kapıdan çıktı. Ahmet kapının önüne kadar gidip müdür bahçeden çıkana kadar arkasından baktı. Temiz hava onu biraz kendine getirmişti. Odasına gitmek için arkasını döndüğünde Şükran Hanım’ı merdivenlerden inerken gördü. Elinde bir şeylere bakarak geldiğinden ilk başta Ahmet’i fark etmedi. Tam inmişken kafasını kaldırıp Ahmet’i gördü. Elindekileri hızla cebine koydu.
“Ne dolaşıyorsun buralarda?” diye sordu o sert tonuyla.
“Uyuyamadım da, biraz hava almak istedim.”
“Uyuyamamışmış ta bilmem ne! Bu saatte buralarda gezmek yasak! Hadi odana!”
Ahmet kadının cebinden çıkarmadığı eline bir bakış attı. Sonra iyi geceler dileyip merdivenlere yöneldi. Kadının, arkasından bir şeyler söylediğini duydu ama ne dediğini anlamadı.
Yatağına dönünce hemen uyuyamadı. Uyuduğunda ise karanlıkta her taraftan gelen ağlama seslerinin olduğu huzursuz rüyalar gördü. Uyandığında henüz güneş doğmamıştı. Bir süre öylece tavanı izleyerek annesini düşündü. Bu olay neden ona çoktan unuttuğu bu anıyı hatırlatmıştı? Annesini gördüğü rüya ile dün akşam gördüğü rüyanın hissettirdikleri neden bu kadar benzerdi? Bir açıklama getiremiyordu bu duruma. Odanın rengi doğan güneşle kızıla boyanmaya başlarken yataktan kalktı ve banyoya girdi. Bir duş alırsa kendini daha iyi hissedeceğini düşünüyordu.
Sessiz adımlarla merdivenleri çıkıp müdürün odasına gitti. O gelmeden temizliği bitirmesi gerekiyordu. Önce camları sildi. Buradan bahçe rahatça görülebiliyordu. Duvarlardaki tablolar, misafir koltukları ve sehpayı da temizledikten sonra müdür masasına yöneldi. Masanın üzerini silmek için yaklaştığında uzun bir saç teli gördü. Onu atmak için eline aldığında beyninde bir şimşek çaktı. Şimşeğin içinde dün akşam rüyasında gördüğü karanlık ve ona sarılan küçük kızın görüntüsü belirip kayboldu. Saç telini elinden bırakıp geriledi. Korku, acı ve öfkeyle karışık anlam veremediği bir duygu kapladı içini. Masaya tekrar yaklaşıp saç telini eline aldı. Zihninde onu rahatsız eden bir dizi görüntü oluşup kayboldu. Ahmet’in gözleri doldu, yüzü kızardı. Boş makam koltuğuna gözlerinden kıvılcımlar çıkarak baktı. Dışarıdan ayak sesleri duyduğunda saç telini cebine koyup toparlandı. İçinde kabaran öfkeyi zorla bastırmaya çalışarak masanın üzerini silmeye başladığında kapı açıldı. Şükran Hanım’ın gür sesi sabahın sessizliğini yırtarak odayı doldurdu.
“Bitiremedin mi daha? Hadi oyalanma, birazdan gelir Turgut Bey!” Ahmet’in dudakları müdürün ismini duyunca öfkeyle çarpıldı ama belli etmemeye çalıştı.
“Masayı da sileyim bitiyor. Birkaç dakikaya çıkmış olurum.” Şükran Hanım odaya şöyle bir göz gezdirdikten sonra bir şey söylemeden çıktı.
Ahmet işini bitirip çıktığında bina biraz hareketlenmeye başlamıştı. Koridor penceresinden baktığında müdürü arabasını park ederken gördü. Hızlı adımlarla bahçeyi adımlarken kafasını kaldırıp üst kata baktığında Ahmet’i gördü. Aldırış etmeden önüne dönüp binaya girdi. Ahmet eklem yerleri beyazlayana kadar yumruğunu sıktığını fark etti. Bir an orada durup müdürle yüzleşmek istedi ama ona ne diyecekti? Masada saç teli buldum mu? Çocuklar odama gelir gider onlardan düşmüş olabilir derdi. Saç telini eline aldığında gördüğü görüntüleri mi söyleyecekti peki? Ona deli deyip kovarlardı. Ama o ne gördüğünden ziyade ne hissettiğini çok iyi biliyordu. O tarifi imkânsız acıyı iliklerine kadar hissetmişti. Hayır, gördüklerini kanıtlamadan ve o çocuklara yardım etmeden buradan gitmeyecekti.
Tüm bunları düşünürken müdür kata çıkmıştı bile.
“Günaydın Ahmet. Nasıl, gece uyuyabildin mi?” diye sordu müdür yanından geçip odasına giderken. Gerçekten merak eder gibi bir havası yoktu. Laf olsun diye sorduğu çok belliydi. Ahmet aynı tonda cevap verdi.
“Günaydın müdür bey. Evet uyudum.” Ahmet cevabını bitirdiğinde müdür çoktan odasına girmişti. Kapıyı kapatmadan önce göz göze geldiler.
Ahmet malzemeleri alıp aşağı indi. Yatakhane katı henüz sessizdi. Koridorun başında biraz durup odalara doğru baktı. Küçük kızın nasıl olduğunu merak ediyordu. Kız sanki onu duymuş gibi ortadaki kapının önünde belirdi. Ahmet önce şaşırdı ama onu görünce sevincini saklayamadı ve yüzüne sıcacık bir gülümseme yayıldı. Kız da ona gülümsedi ve sağına soluna bakıp kimsenin olmadığını görünce Ahmet’e doğru yürüdü. Ahmet çocuğun göz hizasına gelmek için çömeldi.
“Günaydın” dedi içtenlikle.
“Günaydın Ahmet abi” dedi kız. Ahmet ismini duyunca şaşırdı çünkü daha önce hiç konuşmamışlardı.
“Adımı nereden biliyorsun?”
“Dün akşam söylemiştin unuttun mu? Ve teşekkür ederim.” Ahmet’in şaşkınlığı daha da artmıştı şimdi.
“Niçin teşekkür ediyorsun? Hem biz ne zaman konuştuk ki?”
“Beni karanlıkta bulduğun için ve de acımı kaybettiğin için teşekkür ederim.”
“Acını kaybetmek mi? Ne demek istedin bununla?”
“Bazı akşamlar Şükran anne iyi hissetmediğimi söyleyip bir ilaç veriyor. Sonra aşırı uykum geliyor ve sanki oda dönüyormuş gibi oluyor. Sabah kalktığımda da ağrılarım oluyor.” Utanarak ellerini karnına götürdü. “Buralarım ağrıyor. Ama dün akşam sana sarılınca hiç birini hissetmedim. Benim yerime sen hissettin değil mi? Yüzünde gördüm bunu.” Ahmet kızın anlattıklarına inanamıyordu. Ama gözlerinin dolmasına da engel olamadı.
“Evet canım, ben senin yerine aldım acılarını” diyebildi sadece. Kız Ahmet’e sarılıp tekrar teşekkür etti. Alt kattan Şükran Hanım’ın sesi duyulduğunda kız irkilerek geriledi.
“Geliyor, beni burada görmesin. Tekrar teşekkür ederim Ahmet Abi. Ben gitsem iyi olacak” diyerek arkasını dönüp koştu. Ahmet ona adını sormak için ağzını açtı ama kız çoktan odaya girmişti bile.
Ayağa kalkıp bir süre arkasından baktı. Kızın anlattıklarına bir anlam vermeye çalışıyordu. Böyle bir şey nasıl olabilirdi? Ama olmuştu işte. Ya kız da aynı rüyayı görmüştü ya da bir şekilde onun rüyasına girmişti. Bunlar ne kadar mantıksız olursa olsun yaşanmıştı. Asıl soru şimdi ne yapacaktı? Bu olanları anlatsa ona kimse inanmazdı. Kendi düşünceleri içinde kaybolmuş vaziyette arkasını dönüp merdivenlerden inmeye başladı. Şükran Hanım ve hemşire bir şeyler konuşarak yukarı çıkıyorlardı. Ahmet’i görünce sustular. Ahmet günaydın deyip kadınların dar merdivenden rahat çıkmaları için duvara yanaştı. Tam yanından geçerken hemşirenin eli eline kısa bir anlığına temas etti. Müdürün odasında saç telini eline aldığı zamanki gibi zihninde kısa bir şimşek çaktı. Anlık kısa bir görüntü oluşup kayboldu. Görüntüde hemşire Şükran Hanım’a küçük bir şişe veriyordu. Basamakta durup kadınların arkasından baktı. Hemşire bir şey hissetmemiş olmalıydı zira hiç tepki vermeden merdivenleri çıkıp köşeyi döndüler.
Artık herkes uyanmış, koridorlar çocukların şen sesleri ile dolmuştu. Herkes kahvaltı için yemekhaneye iniyordu. Şükran Hanım ve diğer görevli kadın yemekhane kapısının iki tarafında durmuş çocukların içeri girmesini bekliyordu. Çocuklar girdikten sonra görevlilerle birlikte Ahmet’te odaya geçip kahvaltıya başladı. Biraz sonra masanın üzerinde duran dâhili telsiz telefon çalmaya başladı. Şükran Hanım hemen cevap verdi. Konuşmasından arayanın müdür olduğunu anlamışlardı. Konuşma boyunca kimseden çıt çıkmadı. Şükran Hanım telefonu kapattıktan sonra bir şey söylemeden kalkıp gitti. Ahmet kadını çıkarken göz ucuyla süzdü. Ardından gözlerini hemşireye kaydırıp bir süre baktıktan sonra iştahı kaçmasına rağmen kahvaltısını zorla da olsa bitirdi.
Çocuklar çıkıp temizlik işlerini de hallettikten sonra bahçeye çıktı Ahmet. Bir metrelik, üzerinde demir parmaklıklar olan bahçe duvarına bir zıplayışta oturdu ve her şeyden bihaber oyun oynayan çocukları izledi. Daha bu yaşta anne babasız kalmış, sevgiden yoksun büyümelerine üzülüyordu. Yan tarafından bir kadının ağlama sesini duyunca düşüncelerinden sıyrılıp o tarafa baktı. Orta yaşlarında, eşarbını çenesinin altından bağlamış zayıf bir kadın gördü. Mendiliyle yanaklarından süzülen yaşları siliyordu.
“İyi misiniz?” diye sordu Ahmet.
“Yavrularımdan ayrı nasıl iyi olayım evladım” diye cevapladı kadın.
“Yavrularınız mı? Tanıyor musunuz bu çocukları?”
“Sen yenisin galiba burada. Benim adım Fatma. Anneleriydim onların. Şu Şükran şeytanı gelene kadar ben bakıyordum çocuklara”
“Ne oldu peki?”
“O Turgut denen soysuz gelince iftira atıp çıkardılar beni işten. Derdimi kimseye anlatamadım. İnanmadılar bana.” Kadın konuşurken ağlaması da artıyordu.
“Niye iftara attılar size? Ne gördünüz de anlatamadınız?” diye merakla sordu Ahmet.
“Bunlar çocuklara kötü bir şeyler yapıyorlar biliyorum. Gözümle görmedim ama şüphelendim. Benim fark ettiğimi anlayınca da attılar beni. Şikâyet ettiysem de bir kanıt bulamadılar. İşten atıldığım için uydurduğumu, onlara iftira attığımı söylediler.” Ahmet kadının anlattıklarını can kulağıyla dinliyordu. “Aman oğul! Sen iyi birine benziyorsun. Yardım et yavrucaklara. Daha fazla zarar vermesinler onlara.” Son sözlerinden sonra hüngür hüngür ağlamaya başladı kadın. Arkasını dönüp hızla uzaklaştı.
Ahmet’in öfkesi yine kabarmaya başlamıştı. Aklına bir fikir geldi. Bir şey uydurup Şükran Hanım’ın elini sıkacaktı. Belki yine o görüntülerden görürüm diye düşündü. O zaman emin olabilirim dedi kendine. Bahçe duvarından atlayıp binaya doğru yürüdü. Şükran Hanım binadan çıkıp sağına soluna bakındı. Kendisine doğru gelen Ahmet’i görünce yüksek sesle bağırdı.
“Tuvaletler temizlenecek daha ne işin var orada!”
“Geldim Şükran Hanım hemen hallederim” Kadının karşısına gelince “Yardımlarınız için teşekkür ederim” dedi ve elini uzattı. Kadın kendine uzatılan ele tiksintiyle baktı.
“Ben erkeklerle tokalaşmam. Nereden çıktı şimdi bu?” diye tersledi. Ahmet beklemediği bu tepki karşısında afalladı. Bir an zorla elini tutmayı düşündü ama vazgeçti. Kadın onu sapıklıkla suçlayabilir dahası işten atılmasına sebep olabilirdi.
“Sadece teşekkür etmek istemiştim, rahatsızlık verdiysem özür dilerim” diyerek içeri girdi. Şükran Hanım Ahmet’in arkasından ters ters bakıp bahçeye çıktı. Ahmet geri dönüp kapının kenarında gizlenerek onu izledi. Kenarda tek başına bekleyen bir erkek çocuğuna doğru gidiyordu. Çocuk en fazla altı veya yedi yaşındaydı. Çocuğa bir şeyler söyledikten sonra arkasını döndü. Ahmet hemen kafasını çekip hızla alt kata indi. İnerken tek bir şey düşünüyordu. Bu akşam başka bir çocuğa daha zarar gelmesine müsaade etmeyecekti.
Yatakhane katındaki tuvaletin temizliğini bilerek akşama bırakmıştı. Çocuklar yataklarına giderken Ahmet hala tuvaletle uğraşıyordu. Aslında çoktan bitirirdi ama herkes gittikten sonra hemşire ile konuşmak istemişti. Durumu ona anlatacaktı. Şükran Hanım’a verdiği küçük şişeyi de sormak istiyordu. Dışarıdaki sesler kesildikten sonra tam tuvaletten çıkacakken merdivenlerden Şükran Hanım’ın çıktığını görüp durdu. Onun gitmesini bekleyecekti. Ama ayak sesleri durdu, kapı tıklatma sesi geldi. Hemşirenin sesini duydu ama ne dediğini anlamadı. Kapı kapanma sesini duyunca kafasını uzatıp baktı. Şükran Hanım ortalıkta yoktu. Hemşirenin yanına girmiş olduğunu tahmin ederek içeride biraz daha bekledi. Bir kaç dakika sonra kapı tekrar açıldı. Şükran Hanım’ın belirgin ayak sesleri azalana kadar bekledi. Kafasını uzatıp tekrar baktı ve kimsenin olmadığını görünce çıkıp revire yürüdü. Kapıyı tıklatıp bekledi. Hemşire “Bir şey mi unuttum Şükran Ha...” diyerek kapıyı açtı ama sözlerini bitiremeden durdu. Ahmet’i görünce şaşırmıştı.
“Buyurun Ahmet Bey. Ne istemiştiniz?”
“Merhaba Sıla Hanım. Kusura bakmayın bu saatte rahatsız ettim ancak bir şey sormak istiyorum.”
“Tabi buyurun lütfen” dedi ve kenara çekilerek adamın girmesine izin verdi. Masasına doğru hızlı adımlarla geçerken “Şöyle oturabilirsiniz” diye sandalyeyi gösterdi. Masanın üzerinde duran bir miktar para Ahmet’in dikkatini çekmişti ama Sıla hemen çekmeceyi açıp parayı içine attı. “Çok detaylı bir teşhis tedavi yapmıyorum ama burada. Daha çok basit baş ağrısı veya pansuman gibi şeyler” dedi. Yüzü mutfaktaki kurabiyeleri aşırırken yakalanan bir çocuğunki gibi kızarmıştı.
“Yok ben iyiyim. Sorun benimle alakalı değil. Dün yemeğe gelmeyen hasta kızı soracaktım. Nesi vardı? Şimdi iyi mi?” diye lafa girdi Ahmet. Gösterilen yere oturmamış, ayakta kalmayı tercih etmişti. Kızı duyunca hemşirenin yüzü biraz değişti. Hafif bir tedirginlik kapladı kadını.
“Evet iyi merak etmeyin. Biraz midesini üşütmüş o kadar.” Sesi samimiyetten uzak çıkmıştı. “Başka bir şey yoksa ben sizi tutmayayım” diyerek ayağa kalkıp ona kapıyı gösterdi. Ahmet durduğu yerden kıpırdamadı.
“Aslında başka bir şey daha var. Şükran Hanım’a verdiğiniz küçük şişenin içinde ne olduğunu da söyler misiniz?” Artık hemşirenin yüzünde belirgin bir korku ifadesi vardı.
“Neden bahsettiğini bilmiyorum. Şimdi izninle doldurmam gereken formlar var” diyerek adamdan kurtulmak istedi ama adam kıpırdamıyordu. Ayağa kalktı ve neredeyse kendisinin iki katı olan adamın karşısına geçip “İyi akşamlar Ahmet Bey” diyerek eliyle kapıyı gösterdi. Ahmet kadının elini tuttu.
Kadının küçük eli onun büyük elinin içinde adeta kaybolmuştu. Kadının gözleri fal taşı gibi açıldı. Adamın, kendisine bir zarar vereceğini düşündü ama Ahmet’in gözleri kısa bir süreliğine kapanmıştı. Gözlerini açtığında kadının gördüğü tek şey adamın gözlerinden taşan öfkeydi.
Kadının elini tuttuğu anda Ahmet’in zihninde çakan şimşekler arasında gördüğü bir kaç görüntü ona yetmişti. Şükran Hanım’a verilen küçük şişeler, karşılığında alınan zarflar, masanın başında para sayması. Kadın elini çekerek adamdan kurtulup, sanki onu koruyabilecekmiş gibi masanın arkasına geçti.
“Ne yaptığını sanıyorsun sapık!” diye bağırdı. Göğüs kafesi hızla inip kalkıyordu. Ahmet sapık kelimesini duyunca şaşırdı.
“Ben mi? Sapık mı? Neler yaptığınızı biliyorum. O aşağılık müdürün ve Şükran denen kadının neler yaptığını biliyorum. Asıl sapık onlar ve sende onlara yardım ediyorsun!” Ahmet’in sesi daha yüksek çıkmıştı. Hemşire duydukları karşısında şoka girmiş gibiydi. Bir süre ne söyleyeceğini bilemedi. Sonra çekmeceyi açıp biraz önce koyduğu paraları çıkarıp uzattı. “Al! Hepsi senin olsun. Yemin ederim ben bir şey bilmiyorum. Müdür Bey bazı geceler uyuyamıyormuş bende ona uyumasına yardımcı olsun diye bir şeyler veriyordum hepsi bu. Müdür bunun duyulmasını istemiyormuş, bana da parayı o yüzden veriyorlardı.” Kadının gözlerinden yalan söylediği belli oluyordu. Ahmet kendisine para teklif edilmesine ve böyle aşağılık bir olaya yardım edip üstüne bir de yalan söylenmesine çok sinirlendi. Kadının elindeki paralar birden havaya uçtu. Kadın ne olduğunu anlayamadan eline ve uçuşan paralara baktı. Bir adım atıp kadına yaklaştı. Gözlerini kadının gözlerine dikmişti. Hemşire, adamın delici bakışlarını beyninde hissettiğini sandı. Göz bebeklerini delip beynine ulaşıyor, bakışların içindeki dikenler beyninin kıvrımları arasından geçerken batıyor, yırtıyordu. Gerileyip koltuğuna yapıştı. Kadının gözlerindeki her damara kan hücum etmiş gibi kızardı. Boynundaki stetoskop bükülmeye ve boğazını sıkmaya başladı. Kadın elini boynuna götürmek istedi ama ilaçları verip paraları sayan parmakları geriye doğru kıvrılıyordu. Görünmez bir güç parmaklarına bastırıyordu sanki. Zar zor nefes alıyordu artık. Bağırmak istedi ama bağıramadı. Parmakları bu güce daha fazla karşı koyamadı ve çatırdayarak kırıldılar. Ardından da avucu geriye yatarak bileğinden daha yüksek bir çatırtı sesi gelerek kırıldı. Artık boş bir eldiven gibi sallanıyorlardı. Kadının gözleri kapanmış dudakları morarmaya başlamıştı. Son bir hamle ile kollarını sallayan hemşirenin eli masadaki bardağa çarpıp yere düşürdü. Kırılan bardağın sesi ile kendine gelen Ahmet karşısındaki manzarayı ilk kez görüyormuş gibi baktı. Yüzü morarmış, elleri kırık kadın koltuğunda kıpırdamadan oturuyordu. Ahmet ne olduğunu önce anlayamadı. Biraz önce olanları sadece içinde kabaran öfke ile düşünmüştü. Kadına elini bile sürmemişti, öyle bir niyeti de yoktu zaten. Ama nasıl olduysa aklından geçirdiği her şey olmuştu. Dikkatle kadına yaklaşıp baktı. Göğsü hareket ediyor gibi görünmüyordu. Eğilip kulağını ağzına yanaştırdı. Belli belirsiz nefes alışını duyunca rahatladı. Bana ne oluyor böyle diye düşünürken kapının dışından ayak sesleri duydu.
Şükran Hanım yatakhaneye girip masanın üzerinde duran bir bardağa su doldurdu. Elindeki küçük şişeyi içine boşaltıp karışsın diye bardağı biraz salladı. Karşılıklı dizilmiş yataklar arasından yürüyerek en son sıraya gitti. Duvar kenarında yatan çocuğu uyandırdı.
“Hadi bakalım uyan. Müdür amcan sana güzel bir ödül verecek. Odasında seni bekliyor. Onu bekletmeyelim.”
“Gerçekten mi? Kimse bana daha önce ödül vermemişti. Ne verecek?”
“Evet, gerçekten tabi. Uslu bir çocuk olduğun için ödülü hak ettin. Sürpriz olduğu için söyleyemem.” Çocuk yatakta doğrulup oturdu. Şükran Hanım elindeki suyu çocuğa uzattı. “Al bakalım biraz su iç. Sonrada çıkarız.” Çocuk hevesle bardağı aldı ve tek nefeste suyu içti. Şükran Hanım’ın gözleri arsızca gülümsüyordu. Çocuğun elinden tutup kaldırdı. “Şimdi çok sessiz olalım ki arkadaşların uyanmasın. Onlara da bir şey söyleme tamam mı? Seni kıskanmasınlar.” Çocuk tamam der gibi başını salladı. Yüzünde hediye alacağı için kocaman bir gülümseme vardı. Yatakhaneden çıktıklarında kırılan bir bardak sesi duydu Şükran Hanım. Revir tarafından gelmişti ses. Koridorun sağına soluna baktı ama kimseler yoktu. Çocuğa dönüp “Sen burada biraz bekle. Ben Sıla ablana bakıp geleceğim.” Çocuk yine başını salladı ve beklemeye başladı. Kadın yatakhane kapısını usulca kapatıp revire doğru yürümeye başladı. Kapının önüne gelince durup içeriyi dinledi ama bir şey duyamadı. Kapıyı tıklatıp bekledi ama hiç ses gelmedi. “Sıla iyi misin?” diyerek kapıyı açtı ve içeri girdi. Hemşireyi sandalyede kıpırtısız yatarken ve Ahmet’i de yanında dikilirken görünce afalladı. “Senin ne işin var burada? Kıza ne yapt...” daha sözünü bitiremeden kaskatı kesildi kadın. Gözleri irileşti, kulakları bugüne kadar duymadığı kadar yüksek bir sesle çınlamaya başladı. Hemen o küçük tombul elleriyle kulaklarını kapattı. Arkasını dönüp çıkmak istedi ama kapı kendiliğinden çarparak kapandı. Kadın gerileyip kapıya yaslandı. Parmaklarının arasından kan sızıyordu. Tırnaklarını kulaklarına geçiren kadın çığlık atmak istiyor ama sesi çıkmıyordu. Sanki bir el boğazını sıkıyor gibi hissediyordu. Kulaklarında canını yaktığı çocukların soğuk çığlıkları yankılanıyordu. Kadın kulaklarına bastırıyor, tırnaklarını diplerine geçirip aşağı çekiyordu. Elleri kendi kanına bulanmıştı ama o yine de kulaklarını çekiştiriyordu. Sol kulağını yerinden koparmıştı ama bunun farkında değil gibi aynı hareketi yapmaya devam ediyordu. Karşısında duran adamdan gözlerini alamıyordu. Ahmet’in gözlerinden çıkan alevi gördü. İçini kaplayan dehşetle gözlerini kapattı ama gözleri kapanmadı. Karanlık ve soğuk bir boşluğa bakıyordu şimdi. Oda bir anda yok olmuştu. Her taraftan çocukların çığlıklarını duyuyordu. Seslerden kaçmak için koşmaya başladı ama sesler o nereye giderse gitsin azalmadan takip ediyordu. Kadın karanlığın ve soğuğun içinde koşarak kaybolup gitti.
Ahmet kapının önünde oturan kadına baktı. Bir kulağı sol yanına düşmüştü. Sol eli halen kulağını tırmalamaya çalışıyordu. Sağ eli ise yarısını yerinden ayırdığı diğer kulağını çekmeye çalışıyor ama kan ile kayganlaştığı için beceremiyordu. Gözleri boşluğa bakarak bir şeyler söylüyordu. Ahmet kadının karşısına çömelip yüzüne baktı.
“Ne olur susturun çocukları! Çıkarın beni bu karanlıktan! Yalvarırım susun!” diye sayıklıyordu kadın. Ahmet ayağa kalktı. Kadının, kulağını çekiştiren eline baktı. Parmakları anormal açılarda bükülüp kırıldı.
“Artık o pis ellerinle hiç bir çocuğun canını yakamayacaksın!” dedi Ahmet. Kadının cebindeki telefon çalmaya başladı. Ahmet telsiz telefonu çıkarıp baktığında ekranda müdürün ismini gördü. Neden geç kaldığını soracak diye düşündü. Telefonu bıraktı. Sonra kapının önünde oturan kadın, birisi onu fırlatıp atmış gibi yan duvara uçtu. Ahmet odadan çıkıp koridora baktı. Yatakhaneye doğru yürüdü. Kapıyı açtığında yerde yatan bir çocuk gördü. Çocuğu kucağına aldığında biraz önce Şükran ile aralarında geçen konuşmalar belirdi zihninde. Çocuğu şefkatle yatağına yatırdı. Başını okşayıp kalktı ve diğer çocuklara baktı. Ne kadar masumdular. Dünyanın pisliğinden habersiz uyuyorlardı. Kapıyı yavaşça kapatıp koridora çıktı. Revirin önünden geçerken halen çalan telefonu duyabiliyordu. Hesap vermesi gereken bir kişi daha kaldı diye düşünerek merdivenleri çıkmaya başladı.
Turgut Bey elinde telefon, pencere ile masa arasında volta atıyordu. Pencereden giren dolunayın ışığı odayı yeteri kadar aydınlattığından sadece masa lambası açıktı. Pantolonunu çıkarıp kapının arkasına asmıştı. Üstten birkaç düğmesini açtığı gömleğinin etekleri baldırlarına kadar iniyordu.
“Nerede kaldın be kadın! Niye açmıyorsun telefonu!” diye söyleniyordu sabırsızca odada dolanırken. Dördüncü araması da cevapsız kalınca telsiz telefonu yerine bırakıp masada duran cep telefonunu aldı. Kadının ismini ararken koridordan gelen ayak seslerini duydu. “Nihayet!” diye tısladı. Dudaklarında arsız bir gülümseme belirdi. Kapıyı açıp “Nihayet gelebildin!” diyecekti ki karşısında Ahmet’i görünce donup kaldı. “Sen ne arıyorsun burada?” diye sordu. Ahmet ona doğru yürümeye devam etti. Koridorun ışıkları yanıp sönmeye başladı. Müdür şaşkınlıkla etrafına bakındı. “Neler oluyor? Sakın yaklaşma bana!” diyerek kapıyı çarpıp kapattı. Titreyen elleri ile kapıyı kilitlemeye çalışırken masa lambasının ışığı güçlenerek daha parlak hale geldi. Başını çevirip baktığında ampul cızırdayarak patladı ve cam parçaları yere saçıldı. Müdür irkilerek başını koruma içgüdüsüyle elini yüzüne kapattı. Diğer eli halen kapıyı kilitlemeye çalışırken kapı büyük bir koçbaşı darbesi yemiş gibi içeri açıldı. Kapının arkasındaki adam karşı duvara çarpıp düştü. Duvarda asılı tablolar da onunla düştüler. Ahmet sakin adımlarla içeri girdi. Kapı arkasından kapandı. Müdür ne olduğunu anlamaya çalışarak kafasını kaldırıp etrafına baktı. Ahmet’in gözlerinde yanan alevi o da gördü. İçini tarifi imkânsız bir korku ve dehşet kapladı. Göğsü sıkışmaya başladı. Kalbinin etrafını karanlık bir sis sarıyordu. Sağ eliyle kalbini ovuşturarak ayağa kalktı. Gözlerini adamdan alamıyordu. Ahmet gözünü bile kırpmadan müdüre bakıyordu.
“Lütfen bana zarar verme! Ne istersen veririm!” diye yalvarmaya başladı. Duvara yaslanarak masasına doğru giderken ayaklarına kırılan ampulün parçaları battı. Müdürün yüzünde en ufak bir acı belirtisi olmadı. Kapıldığı dehşet hepsinden üstündü. Gözlerini Ahmet’in gözlerinden alamıyordu. Baktıkça gözleri yanmaya başladı. Göz kapaklarını kapatmaya çalıştı ama başaramadı. Artık acıyla inliyordu. Ahmet odanın ortasında durup masaya doğru döndü. Arkasından vuran dolunayın ışığı yüzünün seçilmesini zorlaştırıyordu. Kara bir siluet gibi müdürün karşısında duruyordu. Müdür masanın arkasında kalbini tutarak titriyordu. Görebildiği tek şey karşısındaki gölgenin turuncu alevler çıkaran gözleriydi. Kalbi patlayacak gibi atıyordu. Şakaklarındaki damarlar iyice belirginleşmişti. Birazdan beyni eriyip kulaklarından akacakmış gibi bir hisse kapıldı. Sonra acıyla çığlık attı. Aslında attığı çığlık kafasının içindeydi. Ağzının içinde dili şişmişti ve sesi çıkmıyordu. Kapıldığı korkudan mesanesi boşalmıştı. Bacaklarından akan ılık sıvıyı hissetmedi bile. Bağırsaklarında duyduğu acıyla kıvrandı. İçinden geçen dikenli bir tel bağırsaklarını parçalıyor sandı. Kendini koltuğuna bırakmak istedi ama oturamadı. Sanki görünmez bir el koltuk altlarından tutmuş onu ayakta tutuyordu. Makatından kan sızmaya başladı. Gözlerinden akan yaşlar yüzünden görüşü bulanıklaşmıştı. Onları silemiyor, gözlerini kapatamıyordu. Elini uzatıp masanın çekmecesini açtı. Kağıtların üzerinde duran makası aldı. Gözleri kendisine itaat etmeyen, kendi kendine hareket eden ellerini izliyordu. Kafasının içinde çığlıklar atıyor, bağırıyor ama kimseye sesini duyuramıyordu. Ve uzuvlarını da kontrol edemiyordu. Kalbini saran korku sisi her atışıyla vücuduna biraz daha yayılıp onu ele geçiriyordu. Beyni bayılmak, bu acıya daha fazla katlanmadan şalteri kapatmak istiyordu ama bu karanlık sis ona engel oluyordu. Olan her şeyi görüyor, duyuyor ve hissediyor ama müdahale edemiyordu. Kalbini tuttuğu elini indirip korkudan içine çekilmiş organını tuttu. Diğer elinde tuttuğu makası yanaştırıp kesmeye başladı. Artık ayakta durduğu yerde titriyordu. Ağzından akan salyalar gözyaşları ile birlikte ayaklarının dibinde birikmeye başlayan kan gölüne damlıyordu. Zihni tüm acıyı olanca netliği ile duyuyordu. Kasıklarından yukarı elektrik çarpıyor gibi zonkluyordu. Bu his beynine ulaştığında sanki bir güçlendiriciden geçmiş gibi katlanıyordu. Onu tutan görünmez eller çekilince koltuğuna yığıldı. Parmakları kilitlenmiş, bir elinde makas diğer elinde kanlı bir et parçası ile öylece oturdu. Gözleri tam karşıya, Ahmet'in gözlerine dikilmişti. Aslında göz kapaklarının arkasında gördüğü tek şey zaten kararmış kalbini sarıp boğan uçsuz bucaksız derin karanlıktı. Öylece boşluğa bakıyordu. Kafasının içinde çığlıklar atıp bağırsaklarının parçalanmasının verdiği ve bacaklarının arasından yükselen derin acıyı duyuyor ve duyuyordu. Sonsuz bir acı döngüsüne hapsolduğu karanlığın içinde her şeyi görüyor ama hiçbir şey yapamıyordu.
Ahmet'in öfkesi bir nebze azalmış, kendini kontrol altına almıştı. Etrafına bakındı. Sabah temizlediği oda şimdi savaş alanı gibiydi. Koltukta oturan adama son bir kez baktı. Gözlerindeki yalvaran ifadeye aldırmadan odadan çıktı. Kendini yorgun ve bitkin hissediyordu. Odasına gidip yatağa uzandı ve anında derin bir uykuya daldı.
Kapısı alacaklı gibi vurulunca uyandı. Deliksiz uyumuştu ama başında hafif bir ağrı vardı. Kalkıp kapıyı açtı. Gelen güvenlik görevlisiydi.
"Günaydın" dedi tam açamadığı uykulu gözlerle. "Hayırdır ne oldu?" diye sordu.
"Sorma Ahmet. Akşam çok kötü şeyler olmuş. Üzerini değişte gel. Poliste yolda."
"Hemen geliyorum" deyip kapıyı kapattı. Üzerini değiştirip yukarı çıktı. Çocuklar yeni uyanıyordu. Güvenlik görevlisini revirin kapısında beklerken buldu. İki tane sandalyeyle koridorun revir tarafına geçilmesini engellemişti. Diğer görevli kadınlar uyanan çocukları koridorun diğer tarafından aşağı indiriyordu.
"Ne oldu abi?" diye sordu Ahmet.
"Çok kötü oğlum, çok kötü" dedi güvenlik görevlisi. Çocukları kontrol edip dikkatle kapıyı açtı. Ahmet içeri bakınca hemşireyi koltuğunda, Şükran Hanım'ı da yerde duvarın dibinde otururken gördü. İkisi de boş gözlerle karşıya bakıyor bir şeyler sayıklıyorlardı.
"Kadın kulağını koparmış! Oturduğu yerden kalkmıyor. Cevap vermiyor. Sadece kurtarın beni, susturun çocukları diye sayıklıyor. Ne olmuş burada anlamadık. Hemen polisi aradım." Ahmet adamı dinledikten sonra yavaşça içeri girdi. "Dikkat et bir şeye dokunma sakın!" diye uyardı adam. Ahmet başıyla onayladı.
Çömelip yerde oturan kadına baktı. Kadının boşluğa bakan gözleri bir an Ahmet'e kilitlendi. Karanlıkta amaçsızca koşan kadın bir ışık, boşlukta açılan bir kapı görmüş ona doğru umutla koşmuştu. Kapının önünde bir silüet vardı.
"Yardım edin bana ne olur! Çıkarın beni buradan!" diye bağırarak koştu silüete. Ahmet'i görünce durdu. Ayaklarına kapanıp yalvardı. Ahmet ona bir süre baktı. İçinde hiç bir acıma duygusu belirmedi. Geri geri ışığın içine girip kayboldu. Kadın ileri atıldı ama ışıktan kapı artık yoktu. Kalkıp koşmaya devam etti.
Çömeldiği yerden kalkıp masanın arkasındaki hemşireye de baktı. O da kıpırtısız oturuyor, gözleri boşluğa bakıyordu.
"Ne yaptıysam kendilerine getiremedim" dedi. "Ama en kötüsü de Turgut Bey. Arabasını dışarıda görünce niye gitmemiş acaba diye meraklandım. Odasına gidip baktığımda… Manzara çok kötüydü oğlum. Tarif edemiyorum. Hemen hemşireye seslenmek için buraya indim ama burası da bu haldeydi." Ahmet şaşkın ve korkak gözlerle dinledi adamı. Ama aklı başka yerdeydi. Dün akşam olanları düşünüyordu. Yatakhaneden birer birer çıkan çocuklara baktı. Sonra o kızı gördü. Adını bile soramamıştı daha. Kız onu görünce sıcacık gülümsedi. Başıyla selam verip diğer çocukların elinden tuttu ve neşeyle yürüdü. Ahmet'in içi huzurluydu artık.
Polis herkesi sorgulamış ama kimse bir şey duymadığını söylemişti. Güvenlik görevlisi bahçenin girişindeki kulübedeydi ve giren çıkan kimseyi görmediğini söyledi. Kamera kayıtları da bunu doğruluyordu. Koridor kameralarında ise akşamki bir saatlik kayıtlar bozulmuştu. Şükran Hanım odaya giriyor ve bir daha çıkmıyordu. Müdür ise odasından hiç çıkmamıştı. Oda da başka herhangi bir parmak izine rastlanmamıştı. Polis daha sonra müdürün bilgisayarını ve telefonunu incelemiş, rahatsız edici görüntüler bulmuştu. Adamın yaptıklarından pişman olup, ruhsal bir bunalımın eşiğine geldiğini ve kendisine bunları yaptığını düşünmüştü. Hemşire ve Şükran Hanımın odalarında buldukları paralar ve ilaç şişeleri ile onların da müdüre yardım ettikleri sonucuna vardılar. Yine de kendilerine bunları nasıl yapabildiklerine dair bir açıklama getiremediler.
Tüm çalışanlar ve çocuklar yeni müdireleri Dilek Hanım'ı çok sevmişti. Yetimhane artık soğuk değil aksine sıcacık bir yuva olmuştu onlara. Fatma anneleri de işe tekrar alınmıştı. Çocuklar Fatma annelerine o da çocuklarına tekrar kavuştukları için çok mutluydular.
Ahmet birkaç hafta sakin ve huzurlu uyuduktan sonra yine karanlıkta gözlerini açtı. Ağlama sesini takip edip acısını alacağı başka bir çocuk buldu. Yataktan kalkıp çantasını topladı. Kahvaltıdan sonra çocuklarla vedalaştı. Kimse gitmesini istememişti.
"Ahmet Abi keşke gitmesen" dedi küçük kız. Ahmet kıza biraz buruk ama içten bir gülümsemeyle baktı. Eğilip elini omzuna koydu.
"Acısını kaybetmem gereken başka çocuklarda var" dedi yüzündeki gülümseme solarken. "Dünya çocuklar için fazla kötü bir yer. Böyle olduğu için üzgünüm."
"Üzülme. Sen varken burası bizim için en mutlu yer oldu." Ahmet'in gülümsemesi geri geldi.
"Başka çocuklar içinde öyle olması için şimdi gitmem gerek. Sizi görmeye mutlaka geleceğim."
"Hoşça kal Ahmet Abi."
"Hoşça kal."