SONSUZLUĞUN ÇAĞRISI
Yine aynı düşü görüyordu. Aslında hep aynı düştü gördüğü. Belki hayatının en mutlu, en güzel günü o gün olduğu için. Şikâyet etmiyordu. Babasına sarıldığı son gündü. Onun sıcaklığını ve sevgisini son kez hissettiğini bilmeden geçirdiği son gün. Bir söz vardır, ‘Bir gün sevdiklerimize son kez sarılacağız, son yemeğimizi yiyip son kez güleceğiz ve bunun son olduğundan haberimiz olmayacak’ veya buna benzer bir sözdü. Ana fikir buydu en azından. Onun için o gün işte burada bahsedilen son gündü.
“Çok güzel değil mi?”
“Evet! Muhteşem görünüyor.”
“Sonunda çalışmalarımızın karşılığını alacağız. “
“İyi bir iş çıkaracağından hiç şüphem yok.”
“Keşke sende bizimle gelebilseydin baba.” Denizaltı araştırma aracına bakıp iç geçirdi adam.
“Burada, toprağın üstünde daha mutluyum kızım. Hem birilerinin burada sizi beklemesi lazım.” Kadına bakıp güldü. Gülmesi şefkat dolu bir gülümsemeye dönüştü. “Seninle gurur duyuyorum Elif.”
“Teşekkür ederim baba. Sen olmasan bunu başaramazdık. “
“Bu senin hayalindi. Ben sadece destek oldum.”
“Evet. Birkaç yüz milyon liralık küçücük bir destek!”
Birbirlerine sarılıp gülüştüler. İşte düşleri her gece böyle başlıyordu. Yanlarına yaklaşan adamın ayak sesleri ile ayrıldılar.
“Selman Bey, Elif Hanım, sizi burada bulacağımı biliyordum” dedi beyaz önlüklü adam. Bu gelen Cenk’ti. İri çerçeveli gözlüklerinin arkasındaki gözleri parlıyordu. Ortası çoktan dökülmeye başlayan saçları onu olduğundan daha yaşlı gösteriyordu. “Gazeteciler gelmeye başladı. Ekip yerini aldı. Sizi bekliyoruz” dedi.
“Teşekkürler Cenk” dedi adam ve kızına döndü. “Hadi bakalım, sıra sende!”
Salon kalabalıktı. Basın mensupları yerlerini almıştı. Sadece yerli değil yabancı basın da oradaydı. Ekiple birlikte kameraların karşısındaki masalarda oturuyorlardı. Elif’in ayağa kalkmasıyla salonda ki uğultu da kesildi.
“Değerli basın mensupları, hepiniz hoş geldiniz. Bu önemli günde bizlerle birlikte olduğunuz ve mutluluğumuzu paylaştığınız için çok teşekkür ediyoruz. Küçük bir kızın hayali,…” dönüp babasına gülümsedi ve devam etti, “…babamın destekleri ve ekibimizin özverili çalışmaları sonucu nihayet gerçek oluyor.” Selman Bey ayağa kalkıp başıyla mütevazı bir selam verip tekrar yerine oturdu. Ekip onu kısa bir süre alkışladı. Sonra dönüp konuşmasına devam etti. “Biliyorsunuz uzay hakkındaki bilgilerimiz okyanuslar hakkındaki bilgilerimizden daha fazladır. Bu durum değişmek üzere. Babamın şirketlerinden olan NanoMat’ın geliştirdiği yüksek basınçlara dayanıklı devrim niteliğindeki yeni malzemesi NanoHeks ile artık okyanusların derinlikleri bir gizem olmaktan çıkacak.” Arkalarındaki büyük ekrana denizaltı araştırma aracının üç boyutlu bir görüntüsü geldiğinde salondan alkışlar yükseldi.
“Karşınızda uzun ve özverili çalışmaların ürünü olan ‘İye’!” Ekranda, aracın yanında belden altı balık kuyruğuna sahip, üstü çıplak, açık mavi saçları ve gözleri olan bir kadın resmi belirdi. “Bu gördüğünüz eski Türk mitolojisindeki ‘Su İyesi’. İnanışa göre onlar suların koruyucu ruhlarıdır. Bizde sularımızı korumak ve onun gizemlerini çözmek istediğimizden aracımıza bu ismi verdik.” Salondakiler alkışlayınca kısa bir duraksamanın ardından devam etti. “Aracı yakından görmeden önce sizlere ekibimizin değerli üyelerini tanıtmak istiyorum.” Sağ tarafında, proje lideri Cenk babasının hemen yanında oturuyordu. Önce onu tanıttı. Cenk’in yanında da tasarım bölümünün başındaki ekibin lideri vardı. Sol tarafına dönüp araştırma ekibini tanıtmaya başladı. “Bu çok uluslu ortak projede farklı ülkelerden bilim insanları ile çalışıyoruz” diyerek devam etti. “Hemen yanımda kaptanımız Barış Bey.”
Barış Bey altmışlı yaşlarına yeni girmiş, uzun boylu ve yakışıklı bir adamdı. Kestane rengi gözleri tecrübeyle parlıyordu. Donanmada bir dönem denizaltı kaptanlığı yapmış ancak geçirdiği bir kaza sonucu emekliye ayrılmıştı. Bu projeden teklif geldiğinde önce tereddüt etse de tekrar denizlere dönme arzusuna karşı koyamamıştı. Üstelik bu sefer küçük bir mürettebatı ve tehlikesi olmayan bir araştırma denizaltısını yönetecekti. Ayağa kalkıp kameraları selamladıktan sonra yerine oturdu.
“Alman meslektaşım, alanının en iyi okyanus bilimcilerinden Helmut Hopf.” Kıvırcık sarı saçlarının altındaki deniz mavisi gözleri ışıldayan, kırk dört yaşında olmasına rağmen yüzündeki kırışıklar onu olduğundan daha yaşlı gösteren kısa boylu adam ayağa kalkıp selam verdi. Üniversiteler arası ortak çalışma projeleri esnasında tanışmışlar ve kısa sürede birlikte çalışmaları gerektiğini anlamışlardı. Yıllardır Türkiye’de çalıştığından Türkçeyi iyi derecede konuşabiliyordu. O da yerine oturduktan sonra devam etti.
“Bizi okyanusta kaybolmadan gezdirecek olan dümencilerimiz ve teknik konulardaki uzmanlarımız Hakan ve Amerikalı meslektaşı Owen.” İkisi de otuz beş yaşını daha geçmemiş genç ve başarılı mühendislerdi. Hakan’ın beyaz teni ve kumral saçları, siyah tenli Owen ile görünüşte tam bir tezat oluşturuyor olmasına rağmen çok iyi anlaşırlardı. İkisi birden kameraları selamlayıp oturdu.
“Ve bulabileceğimiz yeni yaşam türlerini incelemede bize yardım edecek olan biyoloğumuz Natalie.” Daha genç yaşlarda isminden söz ettirmeyi başarmıştı Natalie. Kariyerinde yükselme konusunda oldukça hırslıydı ve bu araştırma projesi onun için çok iyi bir fırsattı. Fransız anne ve Türk babanın tek kızıydı. Kıvırcık koyu saçları ve iri yeşil gözleri ile ekibin en genç ve en güzel üyesiydi.
Tüm üyeleri tanıttıktan sonra Elif projeyi anlatan konuşmasını yaptı. Okyanusların daha önce araştırılmamış derinliklerine inecek ve yeni keşifler yapacaklardı. Yeni yaşam formları ve hatta yeni enerji kaynakları bile bulabilirlerdi. Dünyanın milyonlarca yıldır gizlediği sırları sonunda ortaya çıkarabileceklerdi. Elif’in heyecanı da salondaki herkesi sarmıştı. Onu ilgiyle dinlediler. Sorular sorulup cevaplar alındıktan sonra sıra herkesin merakla beklediği ana gelmişti. İye’yi yakından göreceklerdi.
Basın mensupları ile birlikte dışarıda bekleyen otobüse bindiler. Otobüs onları aracın inşa edildiği tersaneye götürmek üzere hareket etti.
Tesis Antalya’nın güneybatısındaki küçük bir adada yer alıyordu. Açık, güneşli güzel bir hava vardı o gün. Otobüs kısa bir yolculuğun ardından beş numaralı hangarın önünde durdu. Tesisteki diğer binaların içinde en büyüğü burasıydı. Güvenlik kontrollerinin ardından ekip önde, basın mensupları arkada hangara girdiler.
Montaj iskelesinin üzerinde oturan beyaz renkli oval aracı gördüklerinde basın mensuplarından bir hayranlık nidası yükseldi. 30 metre uzunluğunda, 10 metre genişliğinde ve 6 metre yüksekliğindeki bu aracın görünürde penceresi yoktu. Biraz yassı bir yumurtayı andırıyordu. Arka kısmında iki küçük kanat ve kanatların altında da motorlar bulunuyordu. Gövdenin arka ortasında da büyük başka bir motor vardı. Flaşlar patlayıp fotoğraflar çekildi.
“İye’nin montajı tamamlandı. Tüm testlerden de başarıyla geçti ve bugün ilk kez suya indirilecek. Bir hafta sonra da göreve çıkmaya hazır hale gelecek” diyerek aynı heyecanla anlatmaya devam etti Elif.
“Neden hiç penceresi yok. Görüşü nasıl sağlıyorsunuz?” diye sordu bir muhabir.
“NanoHeks bir bütün halinde çok daha etkili çalışan bir malzeme. O yüzden gövdede asgari kesim yapılmasına özen gösterildi. Ancak gelişmiş kamera ve tarama sistemleri sayesinde içeride bulunan ekranlardan tıpkı bir pencere varmış gibi etrafımızı kolayca gözlemleyebileceğiz. Okyanusun dibi karanlık olacak ama biz yine de görebileceğiz” diye cevapladı.
“Ne kadar oksijen depolayabiliyorsunuz, su altında ne kadar kalabileceksiniz?”
“Bildiğiniz gibi su iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşur. Geliştirdiğimiz oksijen sentezleme cihazı sayesinde, biz ona kısaca OZ diyoruz, sudaki oksijeni ayrıştırıp solunabilir havaya dönüştürebiliyoruz. Yani su altında kaldığımız müddetçe sınırsız oksijen kaynağımız var.”
“Enerjiyi nereden sağlıyorsunuz? Sıvı yakıt mı nükleer mi?” diye sordu bir başkası.
“Tamamen elektrik enerjisi ile çalışıyor. Altı yıldır üzerinde çalıştığımız enerji hücrelerini kullanıyoruz. Yaklaşık bir metreküplük bir alanı kaplayan bu hücrelerle geminin tüm enerjisini karşılayabiliyoruz. Ayrıca aracın tüm yüzeyi hareket ve sürtünme ile elektrik üretebilen bir kaplama ile kaplı. Biz hareket etmesek bile suyun hareketi ve akıntılar sayesinde araç enerji üretmeye devam ediyor olacak.”
“Yolculuğunuz ne kadar sürecek?”
“Okyanusa ulaşmamız yaklaşık üç gün sürecek. Araştırma bölgesine de yaklaşık iki günlük daha yolumuz kalıyor. Araştırmamızın bir hafta sürmesini planlıyoruz. ”
Ve daha birçok teknik konu konuşuldu, röportajlar yapıldı, fotoğraflar çekildi. Öğleden sonra belirlenen saatte İye suya başarıyla indirildi. Elli metrelik bir deneme dalışı yaptı. Yirmi dakika sonra su üstüne çıktığında Hakan ve Owen’ın yüzleri gülüyordu. Hiçbir sorun çıkmamıştı. Artık bir hafta sonra çıkacakları yolculuk için hazırlardı.
O bir haftayı son hazırlıklarını tamamlamakla geçirdiler. Selman Bey’in acil biri işinin çıkması ve yolculuğa çıkacakları gün yanında olamayacak olmasına üzülmüştü Elif. Babası her zamanki gibi onu teselli etmeyi başarmış, asılan suratını güldürmüştü.
Ve nihayet büyük gün gelmişti. Son gece heyecandan uyuyamamışlardı. Sabahın ilk ışıklarında hepsi kıyafetlerini giymiş İye’nin yanında hazır bekliyordu. Basın da oradaydı tabii. Herkese el sallayıp aracın arkasındaki kapıya giden platforma çıktılar. Kapı arkalarından kapanıp kilitlendi. Kapının üstündeki yeşil ışık sızdırmaz şekilde kapandığını gösteriyordu. Hava kilidinden geçip iç kapının da sorunsuzca kilitlendiğinden emin olduktan sonra doğruca aracın önünde bulunan kumanda odasına ilerlediler. Hakan ve Owen kumanda panellerinin önündeki koltuklara yerleştiler. Bütün göstergelerin yanında yeşil işaret vardı. Odanın önü ve yan tarafları büyük ekranlarla kaplıydı. Dışarıyı görebiliyorlardı. İnsanlar el sallıyorlardı. İç hoparlörlerden Cenk’in sesi duyuldu.
“Suya inmeye hazırız. Koltuklarınıza oturup kemerlerinizi bağlayın.”
Geri kalanlar odanın arkasındaki masanın etrafına oturdular. Barış Bey hazır olduklarını söyledi. Aracı tutan vinç yükseldi ve aracın oturduğu platform yanlara doğru çekildikten sonra altlarında sadece denizin mavi suları vardı. Vinç onları yavaşça su yüzeyine indirdi. Bağlantı kabloları çözüldü. Artık gitmeye hazırdılar.
“Selman Bey arıyor” dedi Hakan. Elif’in gözlerinin içi parlamıştı. Yerinden kalkıp monitöre yaklaştı. Selman Bey’in görüntüsü ekranı kapladı.
“Merhaba Elif, merhaba arkadaşlar. Ne kadar çok istesem de bugün yanınızda olamadığım için çok üzgünüm. Hepinizle ayrı ayrı gurur duyduğumu bilin. Yolculuğunuzu yakından takip ediyor olacağım. Harika bir iş çıkaracağınızdan eminim.”
“Teşekkür ederiz Selman Bey” dedi herkes bir ağızdan. Elif de “Teşekkürler baba” diyebildi sesinin titremesini kontrol etmeye çalışarak.
“Bol şans diliyorum size. Yolunuz açık olsun. Döndüğünüzde güzel bir kutlama yapacağız” diyerek o güzel gülümsemesi ile ekibi selamlayarak ayrıldı. Ekranda yine geminin durumunu gösteren veriler vardı. Barış Bey diğerlerine döndü.
“Sizlerle birlikte böyle bir yolculuğa çıkmaktan çok mutluyum. Aracımız her ne kadar son derece güvenli olsa da tamamen bilinmeyen bir yere gidiyoruz ve dikkati elden bırakmamamız gerekiyor. Hakan ve Owen bizim gözümüz kulağımız olacak. Önemsiz görseniz dahi her türlü durumu bana mutlaka bildirmenizi istiyorum.” Başlarını sallayarak onayladılar. “Yolculuğumuz uzun sürecek ve kapalı bir alanda uzun süre kalmak olumsuz etkilere sebep olabilir. Kendinizi kötü hissederseniz benimle konuşmaktan çekinmeyin.” Hepsi başıyla onayladı. Cenk’in sesini duydular yine.
“Dalış için hazırsınız. Bol şans” dedi Cenk. Arkadan yüzey ekibinin alkış ve tezahüratları geliyordu.
“Dalışa geçiyoruz.” dedi Hakan. Göğü son kez gördüler ve hemen sonra suyun altındalardı. Sarsıntısız bir dalış oluyordu. Araştırmalarını Dünya’nın en derin noktalarından biri olan Porto Riko Çukuru’nda yapacaklardı. 8600 metre derinliğindeki bu çukura ulaşmak için Akdeniz’den Cebelitarık Boğazına, oradan Kuzey Atlas Okyanusu’na geçeceklerdi. Buraya kadar yüzeyin çok altına inmediler. Güneş ışınları okyanus altında 1000 metreye kadar inebilir. Ancak 200 metreden sonra ışık hızla azaldığından kısmen daha aydınlık olan 100 ila 200 metre arasında yolculuklarını sürdürdüler.
Üç günlük yolculuğun ardından boğazı geçip okyanusa varmışlardı. Araştırma noktasına varmalarına daha iki günlük yolları vardı. Bu aşamadan sonra kademeli olarak derine inmeye başlayacaklardı. Uydu iletişimlerinin kopmaması için derin dalışa başlamadan önce sinyal taşıyıcıyı bıraktılar. Bu taşıyıcı bir basketbol topu büyüklüğündeydi ve su yüzeyinde kalacaktı. Daha sonra her 2000 metrede bir başka bir taşıyıcıyı bırakarak en derin noktadan yüzeye kadar kablosuz bir hat oluşturmuş olacaklardı.
Ekip heyecanla ekranların başında aydınlık bölgeden alacakaranlık bölgeye inişlerini izliyordu. 400 metreye indiklerinde artık etraflarında biyolüminesans canlılar da görünmeye başlamıştı. Hakan kulaklığını indirip ekibe döndü.
“Şunu dinleyin!” dedi heyecanla. Bir düğmeyi çevirdi ve odada inlemeye benzer tiz bir ses duyuldu. Bunu başka bir inleme ve ıslık benzeri ses izledi. “Bir balina sürüsü bu!” diye ekledi aynı heyecanla. Ekranda 100 metre altımızda bir balina sürüsü olduğunu görebiliyorlardı. Onlarla aynı derinliğe kadar indiler. En az otuz balina vardı ve onlara yaklaştıkça aralarındaki iletişim de arttı ve hızlandı. Ekip için bir orkestrayı dinlemekten farksızdı bu.
“Sesleri kaydediyoruz değil mi?” diye sordu Elif.
“Duyduğumuz ve gördüğümüz her şey kayıt altında” diye cevapladı Owen.
İçlerinden birkaç meraklı genç balina yakına gelip etraflarında döndü ve tekrar sürüye katıldılar. Bir süre daha şarkılarını dinlediler. Diğerleri dinlenmek için odalarına çekildiğinde Barış Bey 2000 metreye inene kadar Owen’ın yanında kaldı.
Okyanus sessizdi. Araçtan gelen hafif uğultu dışında ses yoktu. Üzerlerinde tonlarca su olmasına rağmen Elif’in içi huzur doluydu. Kendisini yeryüzünde olduğundan daha mutlu hissediyordu.
“Elif, Elif!” iç iletişimden Owen’ın sesini duyunca uyandı.
“Evet Owen?”
“Bunu görmelisin!”
Elif kalkıp odadan çıktı. Koridorda Helmut ve Natalie ile karşılaştı. Hakan’da diğer taraftan geliyordu. Birlikte kontrol odasına girdiler. Daha önce duydukları balina sürüsünün seslerine benzer ancak biraz daha farklı bir ses duyuluyordu.
“Yine mi balina sürüsü?” diye sordu Elif. Owen eliyle ekranı gösterdi.
“Neredeyse 6000 metreye indik” dedi.
“Bir ispermeçet balinası?”
“Evet Elif, tarayıcıdaki canlının boyutlarına bakarsak öyle olabilir. Ama bu derinlikte mi?” diye sordu ekibe dönerek. Barış Bey sorun nedir der gibi onlara baktı. Natalie anlatmaya başladı.
“İspermeçet balinaları en fazla 4000 metrede görülmüşlerdir. Bu kadar derine indiklerini hiç görmemiştik” dedi ekrana iyice yaklaşarak. “Taramada hata olabilir mi? Çünkü eğer doğruysa bunun boyutu neredeyse elli metre. Bilinen en büyük ispermeçet otuz metredir ve bu büyüklükte bir balina gözlerden uzak bu kadar zaman geçirmiş olamaz.”
“Neden olamaz?” diye sordu kaptan.
“Çünkü nefes almak için yüzeye çıkmaları gerekir ve bu büyüklükte bir balina bu kadar zamandır elbet görülürdü” diye cevapladı Natalie.
Diğer ekranda bir uyarı penceresi çıktı. Hakan birkaç düğmeye bastı ve mekanik bir sesin ardından sinyal taşıyıcının üçüncüsü de araçtan ayrıldı. Kısa bir süre sonra yüzeyle bağlantı kurup sinyal taşıyıcıları kontrol ettiklerinde birkaç saniyelik gecikmeyle de olsa başarılı bir bağlantı kurmuşlardı. Durumu yüzey ekibiyle de konuştular ve taramada bir hata olabileceğini söylediler.
Araçla aynı yönde ilerliyordu ve Owen hızı biraz daha artırdı. Balinanın sesini duyuyorlardı hala. Ritmik ve aynı tondaydı. Sanki aynı şeyleri arka arkaya tekrar ediyormuş gibi.
“Birbirine çok yakın yüzen bir sürü olabilir bu” dedi Helmut.
“Mantıklı bir yaklaşım” dedi Elif. “Tarayıcılar sürüyü tek bir canlı gibi görüyor olabilir.”
“Tarayıcılarımız oldukça gelişmiş aletler. Üstelik sürü bile olsalar her birinin sıcaklık taramasını ayrı ayrı görürdük” diyerek ekrana termal görüntüyü verdi Hakan. “Tek bir sıcaklık kaynağı görünüyor.”
“Birazdan gözlerimizle göreceğiz” dedi Helmut. Zifiri karanlıkta aracın ışıklarının aydınlattığı kadarıyla hepsi de gözlerini kırpmadan önlerine bakıyorlardı. Yavaşça yukarı aşağı hareket eden biz çizgi gördüler önce. Hakan aydınlatmaların gücünü biraz artırdı. Gördükleri çizgi şimdi biraz daha belirginleşmiş ve bir kuyruğa dönüşmüştü. Evet, bu bir sürü değil tek bir ispermeçet balinasıydı. Şimdiye kadar görülmüş en büyük balinayı görüyorlardı. Bu muhteşem bir hayvandı ve onu keşfeden ilk insanlar olabilirlerdi. Balina alçalmaya başlamıştı. Artık onun üzerinde gidiyorlardı ve araçta onunla birlikte alçalmaya başladı. Natalie verileri kontrol edip notlar almak için bilgisayarına geçti.
Balina dalışını hızlandırdığı sırada önlerinde hafif parıltılar belirmeye başladı. Hemen sonra sağ ve sol taraflarında da aynı parıltıları gördüler. Parlak bir çemberin içinde gibiydiler şimdi. Çember biraz daha daraldı ve parlaklık biraz daha arttı. Bir denizanası sürüsünün ortasındalardı.
“Şunların büyüklüklerine bakın!” dedi Natalie heyecanla. “Daha önce bu kadar büyük denizanalarına rastlanmamıştı!”
Gövdelerinde oluşan mor ışık dev sarmaşıkları andıran kollarından aşağı inerken kırmızıya doğru renk değiştiriyordu. Balina şarkısıyla, denizanaları da ışıklarıyla muhteşem bir şölen sunuyorlardı. Herkes büyülenmiş gibi izliyordu onları. Uzun yıllar kimsenin ziyaretlerine gelmediği bu canlılar, ilk kez gördükleri bu yabancılara hoş geldin diyordu belki. Helmut ekrana iyice yaklaşmış yakından bakıyordu onlara.
Barış Bey dikkatle ekibi izliyordu. Hepsinin yüzünde mutluluk ve heyecan vardı.
“İyi misiniz Bay Helmut?” diye sordu yüzüne dikkatle bakarken. Helmut daldığı ekrandan kendine gelip kaptana döndü.
“Evet iyiyim, neden sordunuz?”
“Çok terlemişsiniz. İçerisi o kadar sıcak değil. Hasta değilsiniz ya?”
Helmut eliyle alnını yokladı. Avucunun içine gelen ter damlalarına baktı. Cebinden bir mendil çıkarıp alnını ve yüzünü sildi.
“Sanırım aşırı heyecandan oldu” dedi gülümsemeye çalışarak. “Heyecanlandığımda hep terlerim. Ben gömleğimi değiştirip gelsem iyi olacak, izninizle” diyerek kapıya yöneldi.
Bir anlığına aracın elektriklerinde bir dalgalanma oldu. Işıkların gücü zayıflayıp eski haline döndü.
“Ne oldu öyle?” diye sordu Barış Bey.
“Geçici bir dalgalanma sanırım. Sistemlerde sorun görünmüyor” dedi Hakan.
“Yine de kontrol etsek iyi olacak. Owen, enerji hücre odasına gidip bakmanı istiyorum.”
Owen koltuğundan kalkacakken Hakan ondan önce ayağa kalktı.
“Sen devam et ben bakarım. Bir sorun olmadığından eminim” diyerek kontrol odasından çıktı. Diğerleri tekrar ekranlara döndü.
Balinanın çıkardığı seslerin ritmi değişmişti şimdi. Ekip denizanalarının oluşturduğu ışıklı çember içinde sükûnetle onu dinliyordu.
“7000 metredeyiz” dedi Owen. Hepsi birbirine baktı. Onlara henüz çok kısa bir zaman geçmiş gibi gelmişti ama farkına varmadan 1000 metre daha inmişlerdi. Haritayı kontrol ettiklerinde Porto Riko Çukuru'na oldukça yaklaştıklarını gördüler.
“Balina gitmiş” dedi Owen. Işık gösterisinden bir an gözlerini ayırıp tarama ekranına baktılar. Gerçekten de ekranda görünmüyordu.
“Nasıl olur, biraz önce altımızdaydı” dedi Elif.
“Bilmiyorum Elif. Radarda görünmüyor.”
“O büyüklükte bir hayvan öylece ortadan kaybolamaz ama.”
“Denizanaları yüzünden olabilir” dedi Natalie. “Boyutlarına baksanıza. Ürettikleri elektrik belki tarama sinyalini bozuyor veya engelliyor olamaz mı?” diye sorarken konunun uzmanı Owen’a baktı.
“Tarama cihazlarını laboratuvar ortamında test ettik sadece. Orada böyle bir senaryoyu test ettiklerini sanmıyorum. Ama bu canlılar böyle gelişmiş bir teknolojiyi engelleyecek kadar elektrik üretebilir mi emin değilim” diye cevapladı. “Yüzeye sorabiliriz ama” diyerek iletişim kanalına girdi. Cızırtı ve parazitlerin arasında Cenk’in yüzünü göründü. Görüntü bozuktu ama sesi iyi geliyordu.
“Aşağıda durumlar nasıl?”
“Gördüklerimize inanamayacaksınız. Görüntüleri sizde almışsınızdır ama canlı canlı görmek gerçekten çok başka!”
“Henüz bir görüntü gelmedi bize. Gelen dosyalarda balina seslerine benzer bir ses var yalnızca. O da çok net değil. Sinyal taşıyıcılar doğru konumlara yerleşti değil mi?”
“Evet onları belirlenen konumlarda serbest bıraktık.” Diğer ekrandan kontrol etti ve tüm taşıyıcıların aktif olduğunu teyit etti. “Hepsi aktif görünüyor.”
“Üç nu….lı ta....ıcı….. sin…... ...yoruz. Kon…… ..de…iz”
“Cenk son söylediklerini duyamadık tekrar eder misin?”
Beklediler ama cevap gelmedi.
“Yeniden bağlanmayı dene” dedi Barış Bey.
“Sinyal yok diyor. Taşıyıcılar sistemde aktif görünüyor. Sorun bizim vericimizde olabilir. Kontrol edeceğim.” Bunu dedikten sonra Hakan’ın henüz gelmediğinin ayırdına vardılar. Barış Bey hepsinin gözlerine tedirginlikle baktı. Enerji odasının kamerasını açmasını istedi Owen’dan. Owen görüntüyü ekrana verdi. Hakan küp şeklindeki aygıtın arkasında yere çömelmiş bir şeyler yapıyordu. Ona seslendiler ama cevap alamadılar.
“Buradan ayrılmayın. Ben Hakan’ı kontrol edip geleceğim.” Telsizini iç frekansa ayarladı ve kontrol ettikten sonra odadan çıktı.
“Helmut’ta geri gelmedi” dedi Natalie.
Elif’in içinde bir huzursuzluk oldu. Helmut’un oda iletişimini açıp ona seslendi ama ondan da cevap alamadılar.
“Ben de onu kontrol edeceğim” dedi Elif.
“Ama kaptan buradan ayrılmayın dedi” diye uyardı Owen.
“Eğer hastalandıysa yardım etmemiz gerekir” diyerek odadan çıktı. Dar merdivenlerden aşağı inip Helmut’un odasının kapısını vurup seslendi. Kulağını kapıya dayayıp dinledi ve inleme benzeri sesleri duyunca kapıyı açıp içeri girdi. Helmut üzerindekileri çıkarmış çıplak halde cenin pozisyonunda yatağında uzanıyor ve inliyordu. Yanına koşup alnını kontrol etti. Ateşi yoktu ama vücudu halen terlemeye devam ediyordu. Nabzını kontrol etti ve normalden biraz daha hızlı attığını gördü.
“Helmut! Helmut! Neyin var?” diye sordu Elif. Helmut bir şeyler mırıldanıyordu. Kulağını yanaştırıp dinlemeye çalıştı. Almanca bir şeyler söylüyordu. Aralarından anlayabildiği kelimeler ‘Çağırıyor’, ‘Çok Güzel’ ve ‘Sonsuzluk’ oldu. “Anlamıyorum Helmut” dedi. “Ne demek istiyorsun?” Aynı şeyleri tekrar edip duruyordu. Dizlerini iyice karnına çekip arkasını döndü. “Sana revirden ilaç getireceğim merak etme” dedi ve odanın iletişim cihazından kontrol odasına seslendi.
“Helmut hasta. Revirden ona ilaç getireceğim.”
“Neyi var?” diye sordu Owen.
“Bilmiyorum. Soğuk soğuk terliyor ve sayıklıyor. Bir çeşit şok veya nöbet geçiriyor olabilir. Ama benim bildiğim böyle bir hastalığı yoktu.”
“Baskı, stres, heyecan veya korku böyle bir duruma sebep olabilir” dedi Natalie. “Hafif bir sakinleştirici verebiliriz belki” dedi. Elif koridora çıktığında İye gürültüyle sallandı ve ışıklar söndü. Dengesini kaybedip duvara tutunmaya çalıştı ama düşmekten kurtulamadı. Kısa bir süre sonra ışıklar tekrar yandı. Aracın hoparlörlerinden Owen’ın sesi duyuldu.
“Bir sorunumuz var! Herkes en yakınındaki sağlam bir yere tutunsun!” Sözünü bitirir bitirmez bir sarsıntı daha oldu. Aracın burnu aşağı yöneldi ve hızları belirgin şekilde artmaya başladı. Araç sağa ve sola hızla yatıyordu. Sanki bir şeyden kaçmaya çalışıyor gibi manevralar yapıyordu.
Revir koridorun sonundaydı. Elif zorlanarak ayağa kalktı ve koridor duvarlarına tutunarak ilerlemeye çalıştı. Arkasından bir gümbürtü geldi. Helmut yatağından düşmüştü. Geri dönmeyi düşündü ancak bir an önce revire gitmesi gerektiğine karar verip düşe kalka yola devam etti. Sonunda revire ulaştığında çekmecelerin üzerindeki etiketlere bakarak aradığını buldu. Şırıngayı cebine koyup tekrar koridora çıktı. Araç manevra yapmayı kesmişti. Koşarak Helmut’un yanına gitti.
Helmut yatağın kenarına oturmuş boş gözlerle yere bakıyordu. Elif yerdeki battaniyeyi alıp onun sırtına sardı ve karşısına çömeldi.
“Merak etme iyi olacaksın dostum” dedi ve şırıngayı cebinden çıkardı. Helmut kafasını yerden kaldırıp Elif’in gözlerine baktı. Gözbebekleri irileşmişti. Ona bir yabancıymış gibi bakıyordu. “Korkacak bir şey yok Helmut. Hafif bir sakinleştirici sadece. Biraz uyuyup dinlenmene yardımcı olacak o kadar.” Şırıngayı koluna yanaştırdığında aniden bileğinden kavradı. “Sorun yok Helmut. Sana yardım ede…. Aaaahh!” Tüm gücüyle bileğini sıkmıştı. Şırınga elinden düştüğünde bileğini çekip kurtarmak için çekti ancak Helmut’un gücüne karşı koyamamıştı. Canı yanıyordu. “Helmut sakin ol! Benim Elif! Sana yardım etmek istiyorum sadece. Lütfen, canımı acıtıyorsun!” Tehditkâr gözlerini Elif’e dikmişti.
“Sonsuzluğa ulaşmama engel mi olmak istiyorsun?”
“Ne sonsuzluğu Helmut, neden bahsediyorsun? Ben sadece sana yardım etmek istiyorum.”
“O’na gitmeliyiz” diyerek kafasını aracın önüne doğru çevirdi. “Duyuyorsun değil mi? Bizi çağırıyor.” Odada duyulan tek şey balinanın şarkısıydı. Elif o an duydukları sesin balinayı kaybetmelerinden beri kesilmediğini fark etti. Bu sesin Helmut’un hasta olmasında bir rolü olabilir miydi diye düşündü kısa bir an. Bileğini sıkan eli gevşemişti. Can havliyle elini çekip kurtardığında geriye düştü. Halen sızlayana bileğini ovuştururken ayağa kalkıp sordu.
“Kim çağırıyor Helmut? Gel yatağına uzan biraz. Uyandığında kendini daha iyi hissedeceksin, söz veriyorum” dedi ve kolundan tutup hafifçe yatağa çekmeye çalıştı. Helmut Elif’e ve kolunu tutan eline aynı tehditkâr ifadeyle baktı. Elif tekrar bileğini tutmasından korkarak hemen elini geri çekti. Helmut odanın ortasına yürüdü ve yere diz çöktü. Kollarını yana açarak öne eğildi ve yanağını yere dayadı. Yüzünde huşu içindeki bir müridin mutlu gülümsemesi vardı. ‘Geliyorum’ diyordu odanın tabanına.
Elif dehşete kapılmıştı. Odadan çıkmak için hızla geri geri giderken ayağı kapı eşiğine takıldı ve tam düşecekken bir kol onu kavradı. İrkilerek ince bir çığlık attı. Kafasını kaldırdığında onu tutanın kaptan olduğunu gördü. İçi biraz olsun rahatlamıştı. Ta ki koridorun ışığında Barış Bey’in alnında sızan kanı görünceye kadar.
“Barış Bey ne oldu, iyi misiniz?”
“Ben iyiyim Elif Hanım merak etmeyin. Helmut nasıl?” diyerek odadan içeri kafasını uzattı ve Helmut’u yerde kollarını açmış mırıldanırken gördü. “Ne oldu ona? Sana bir şey söyledi mi?”
“Hakan nerede?” diye sordu Elif kaptanın arkasından koridora bakarak.
“Onu enerji odasında hücreleri yerinden çıkarmaya çalışırken buldum. Aynı onun gibi,” kafasıyla yerdeki Helmut’u işaret etti, “çıplaktı ve anlamsız şeyler söylüyordu.”
“Ne gibi şeyler?” diye sordum.
“Sonsuzluk çağırıyor, gitmeliyiz gibi şeyler söylüyordu. Ona engel olmaya çalışınca da bana saldırdı. Yerinden çıkardığı bir enerji hücresiyle kafama vurdu. Sersemleyip düştüğümde de gitti.”
“Helmut’ta aynı şeyleri söylüyordu. Ona sakinleştirici yapmak istediğimde bileğimi bu hale getirdi” bileğini gösterip devam etti. “Onlara ne olmuş olabilir?”
“Bilmiyorum ama biran önce çıkıp diğerlerini kontrol etmeliyiz.” Helmut’un odasının kapısını kapatıp koşarak yukarı çıktılar. Kontrol odasına girdiklerinde Owen ve Natalie şaşkınlıkla onlara baktı.
“Aman Tanrım! Ne oldu size böyle?” diyerek ayağa fırladı Owen.
“Siz iyi misiniz? Hakan’ı gördünüz mü?” diye sordu kaptan. İkisi de hayır anlamında başlarını salladılar.
“Onlar iyi mi?”
“Bilmiyoruz” diye cevap verdi Elif. “Kendilerinde değiller ve bir tür sanrı görüyorlar sanırım.”
“Onlar derken?”
“Hakan ve Helmut. İkisi de aynı şeyleri sayıklıyor ve saldırgan davranıyorlar. Kendilerine veya bizden bir başkasına zarar vermeden onlara yardım etmeliyiz.”
“Yaşam sinyallerinden aracın neresinde oluklarına bakabilir misin?” diye sordu kaptan. Owen hemen koltuğuna dönüp bilgisayarda tuşlara basmaya başladı.
“Sinyallerini almıyorum” dedi ve enerji odasının kamerasına baktı. Oda boştu.
“Hakan orada değil” dedi kaptan.
“Araç o kadarda büyük değil. Diğer kameraları da kontrol eder misin Owen?” Onu mutlaka buluruz” dedi Elif.
“Az önce ne olduğunu anlat. O sarsıntılar neydi?” sordu Barış Bey.
“Bunu nasıl anlatacağımı bilmiyorum” diye geveledi Owen. Natalie söze girdi.
“Dev yılan balıkları tarafından kovalandık!” Barış Bey ile Elif birbirine baktı.
“Emin misiniz?” Owen bilgisayarda bir görüntü açtı. On dakika öncenin görüntüleriydi. Yanlarından hızla geçen yılan balığı gerçekten de Natalie’nin dediği gibi oldukça büyük boyutlardaydı. Gövdesindeki mavi kıvılcımları bile görebiliyorlardı. Onlara yandan vurduğu sırada mavi kıvılcımlar artmıştı. Aracın gücündeki dalgalanma bundan olmuş olmalı diye düşündü kaptan. Akımı yedikten sonra görüntü parazitlenip dondu ve tekrar düzeldi.
“Bakın” dedi Owen videoyu gösterip. “Ben sağa kaçmaya çalışınca o taraftan saldırdı. Sola gitmeye çalıştığımda ise diğeri engelledi. Beni yönlendiriyor gibiydiler.”
“Bu çok saçma!” dedi Barış Bey.
“Biliyorum. Belki sadece bize öyle geldi.”
“İspermeçet balinasının sesi halen devam ediyor fark ettiniz mi? Oysa onu kaybedeli çok oldu” diyerek Helmut’un odasında fark ettiği ayrıntıyı dile getirdi Elif.
Herkesin yüzüne bunun farkına vardıklarını gösteren bir ifade yerleşti.
“Sanırım hep vardı” dedi Natalie. “Çok garip. Sen söyleyene kadar hala bu sesi duyduğumun farkına varmamıştım.”
“Denizanalarının çemberi içinde olduğumuz zamanın görüntülerini getirebilir misin?” diye sordu Elif. Aklına gelen düşünceyi kontrol etmek istiyordu. Owen hemen birkaç tuşa bastı ve görüntü ekrana geldi. Elif kontrolü eline alıp görüntüyü ileri sardırdı. Sonra tekrar geri sardırdı.
“Ne gördün?” diye sordu kaptan.
“Emin değilim ama şuna bakın” diyerek görüntüyü oynattı. “Birbirleri ile uyumlular ve yaydıkları ışıklar belli bir şablonu izliyor gibi” dedi. Natalie de dikkatle baktı ve söylediklerinin doğru olabileceğini söyledi.
“Biz rastgele ışıklar ürettiklerini düşünmüştük ki genelde öyledir. Ama bunlar farklı, şimdi daha iyi fark ediyorum.”
“Şu duyduğumuz ses dalgasını görüntü ile çakıştırabilir misin?” Owen hemen denileni yaptı. Ses dalgalarının iniş çıkışları ile denizanalarının çıkardıkları ışıkların birbiri ile uyumlu olması Elif’in düşüncelerini destekliyordu. Ama ona göre bu olması imkânsız bir şeydi.
“Bu canlılar böyle bir uyumla hareket edebilecek kadar zeki değiller” dedi Natalie. “Bir tesadüf olabilir belki.”
“Hakan ve Helmut bu ses ve ışık yüzünden böyle olmuş olabilirler mi?” diye tezini sundu Elif. “Epilepsi hastalarının belirli ışık patlamalarına karşı tepki vermeleri gibi onlarda bu ses ve ışıktan etkilenmiş olabilirler. Belki bilmediğimiz bir psikolojik sorunları vardı. Daha önce hiç ortaya çıkmamış bir rahatsızlıkları olabilir.”
“Sadece birinde olsa belki olabilir diyebilirdim ama iksinde birden aynı hastalığın olma ihtimali bana hiç olası gelmiyor” dedi Natalie. Elif bu konu da ona hak vermişti. Kendi de içten içe bu cevabı biliyordu ama arkadaşlarının başına gelenlere mantıklı bir cevap arıyordu sadece.
“Hipnotik bir olay olabilir mi peki?” diye sordu Elif yine.
“Nasıl yani?” dedi kaptan.
“Bilmiyorum. İşte ışıklar ve sesler hipnoz etkisi oluşturup onlara aynı sanrıyı göstermiş olabilir mi?”
“Biz neden etkilenmedik peki?” dedi Owen. “Hepimiz aynı sesi duyup aynı görüntülere baktık.”
“Emin değilim Owen. Sadece mantıklı bir açıklama bulmaya çalışıyorum. Bunların hepsi varsayım.”
“Bunu çözeceğiz merak etme” diyerek onu teselli etmeye çalıştı Natalie.
“Neredeyiz şimdi?” diye sordu Elif.
“Okyanus tabanına indik” dedi Owen. Ekranlardan okyanus tabanını görebiliyorlardı. Mezarlık gibi sessizdi. “Taramalara göre ileride bir yarık var.”
“Porto Riko Çukuru’na geldik mi?”
“Hayır” diyen Owen ekrana haritayı getirdi. “Çukurun 42 kilometre batısındayız.”
“Bu yarık neden haritalarımızda yok?” diye sorduğunda yarığa gelmiş ve durmuşlardı. Yarıktan bir parıltı geliyordu. Şeffaf mor bir balon yükseldi. Bu daha önce gördükleri denizanalarından biriydi. Aynı şekilde kafasından başlayıp kollarına doğru renk değiştiriyordu. Derken ekranda bir uyarı belirdi.
“Hava kilidi açıldı!” dedi Owen. Hemen hava kilidi kamerasının görüntüsünü ekrana verdi. Hakan ve Helmut hava kilidine giriyorlardı. Barış Bey koşarak odadan çıktı. Elif de arkasından koştu. Hava kilidine vardıklarında kapıyı içeriden kapatıp kilitlemişlerdi bile.
“Hakan! Bay Helmut! Ne yapıyorsunuz? Çabuk kapıyı açın!” diye bağırdı ama onları duymuyorlardı. Yüzleri dış kapıya dönük bekliyorlardı. Kaptan kapının yanındaki kumanda panelinden denediyse de kapı açılmadı. Elif kapının küçük yuvarlak penceresini yumruklayarak arkadaşlarına çıkmaları için yalvardı ancak dönüp ona bakmadılar bile.
“Owen! Kapıyı el ile açmanın bir yolu yok mu? Dış kapıyı açmalarını engelleyebilir misin?”
“Uğraşıyorum ancak güvenlik protokolünü devre dışı bırakmışlar. Müdahale edemiyorum!”
“Allah kahretsin! Hakan! Bunu yapmayın, öleceksiniz!” İkisi de arkalarını dönüp kapının dışından onlara bağıran kişilere baktılar. Gülümsüyorlardı. Helmut elini kapıyı açacak kolun üzerine koyup aşağı indirdi. Hava kilidinin içine su dolmaya başladı. Elif halen kapıyı yumruklayıp sesini duyurmaya çalışıyordu. Barış Bey elini tutup onu sakinleştirmeye çalıştı.
“Duymuyorlar Elif. Yapacağımız bir şey kalmadı.”
“Nasıl yani? Arkadaşlarımızın öylece ölmelerine göz mü yumacağız?” Kaptan gözlerini kaçırdı. Hava kilidine bakıyordu. Hızla dolan su boyunlarına kadar gelmişti. Bir dakika sonra tamamen suyla dolan hava kilidinden mekanik boğuk bir ses geldi. Dış kapı açıldı. Dışarı çıktıklarında basınç onları öldürecekti. Elif buna bakamayacağını anlayıp gözlerimi kapattı ve Barış Bey’e sarıldı.
“Aman Allah’ım!” diye inledi Barış Bey. Aracın iç hoparlörlerinden Owen’ın sesi duyuldu.
“Bunu görüyor musunuz?” Başını kaptanın göğsünden kaldıran Elif kapının penceresinden baktı. Renk değiştiren kollar içeri uzanmış Hakan ve Helmut’u sarıyordu. Onları dışarı çekti ve içine aldı. Barış Bey kontrol odasına doğru koşmaya başlayınca Elif de onu takip etti. Arkadaşları denizanasının parlayan balon gibi gövdesine girmişlerdi. Denizanası çıktığı yarıktan aşağı doğru inmeye başladığında herkes kaptana dönüp baktı. O da en az onlar kadar şaşırmıştı.
“Takip etmeliyiz!” dedi Elif. Barış Bey ekibin güvenliği ve dışarıdaki arkadaşları arasında karar vermekte zorlanıyordu. Elif’in yalvarırcasına bakan gözleriyle göz göze geldi.
“Güvenli bir mesafeden takip edelim Owen” dedi. “Tehlikeli bir durum sezersen hemen yükselmeni istiyorum.”
“Peki efendim” diyerek aracı yarıktan aşağı doğru hareket ettirdi. Yarıkta parlayan denizanasını takip etmek zor değildi. Mesafeyi koruyarak takip etmeye başladılar.
“Yüzeyle bağlantımız halen yok mu?” diye sordu Natalie.
“Hayır Nat, vericimiz çalışmıyor.”
“Peki bir mesaj kaydedip yüzeye göndersek? Kâşifi bunun için kullanamaz mıyız?” diye sordu Elif. Kâşif, dar alanlara girebilmek ve numune toplayabilmek için kullanacakları uzaktan kumanda edilebilen küçük insansız bir araçtı.
“Evet bu olabilir!” dedi kaptan. Hemen diğer bilgisayarın başına geçip bir video mesaj kaydetti. Elde ettikleri görüntü ve sesleri de mesaja ekledi. Mesajı Kâşife yükledikten sonra Owen’a onu en yakın sinyal taşıyıcının koordinatlarına gitmesi için programlamasını söyledi. Taşıyıcının menziline girer girmez mesajı yüklemeli ve hemen şu anki konumlarına gelip su yüzeyine çıkarak yardım sinyali yollamalıydı.
Yarıktan aşağı 600 metre inmişlerdi. Bu derinlikte böylesi büyük bir canlının hayatta kalabilmesi, hatta içinde iki arkadaşlarını götürüyor olması ekibe inanılmaz geliyordu. Natalie diğerlerinden farklı olarak bunu büyüleyici buluyordu ama şimdiki durumlarında bunu dile getirmeyi düşünmedi. Elif istemsizce gülmeye başladığında diğerleri dönüp ona baktı.
“Özür dilerim. Sinirlerim bozuldu sadece” diyebildi. “Tüm bu olanlar… Bilmiyorum. İnanması oldukça güç şeyler. Natalie, sen bu canlılar konusunda uzmansın. Buna bir açıklaman yok mu?” diye yalvarırcasına iri gözlerine baktı.
“Hayır Elif. Dünya üzerinde böyle bir şeyi açıklayabilecek biri olduğunu da sanmıyorum.” Owen görüntüyü büyüttü. Arkadaşları denizanasının içindeydi ve zarar görmemiş gibiydiler. Tabi bu mesafeden sadece bulanık birer siluet gibi görüyorlardı.
Denizanası yavaşladı. Biraz ileride, yarığın sol duvarından hafif bir ışık geliyordu. Denizanası oraya dönüp duvarın içinde kayboldu. Owen birkaç tuşa bastı ve ekrana bir görüntü geldi.
“Bakın burada bir tür tünel var” dedi. Tünelin önüne kadar gelip yavaşladılar. Normalde böyle bir durumda önden Kâşifi göndermeleri gerekirdi ancak o da yüzeye doğru yola çıktığından fazla bir seçenekleri kalmamıştı. Tünelin ağzı oldukça genişti. Duvarları bir tür mercan veya ona benzeyen damarlı dokularla kaplıydı ve kalp atışı gibi düzenli olarak parlıyorlardı.
“Çok yavaş ilerleyelim” dedi kaptan. Geniş tünelde ilerlemeye başladılar. Owen ekrana bir görüntü verdi. Tarama verilerine göre tünel kıvrılarak 250 metre kadar gidiyordu.
“Tünelin üzerindeki şu karaltı nedir?” diye sordu kaptan 50 metre ileride görünen yeri göstererek.
“Bilmiyorum. Bir tür boşluk olabilir” diye yanıtladı Owen. Natalie bilgisayarından duvarları kaplayan ışıklı damarları inceliyordu.
“Bu inanılmaz bir şey” diyordu bir yandan notlar alırken. “Numune almak istiyorum. Bu daha önce hiç görmediğimiz bir canlı yapı.”
“Bunun için vaktimiz yok Natalie! Arkadaşlarımızı bulmamız gerekiyor!” diye sesini yükseltti Elif. “Özür dilerim Nat. Onlar için endişeleniyorum sadece.”
“Sorun yok Elif. Seni anlıyorum. Numuneleri onları bulduktan sonra dönüş yolunda da alabiliriz.”
“Teşekkür ederim.”
“Hey bakın!” Owen’ın gösterdiği yere baktılar. Denizanası gördükleri karaltının hizasına gelince ilerlemeyi bırakıp yükselmeye başladı.
“Yükseldiği yerin altına gelip dur” dedi kaptan. Owen hızı yavaşlatıp tam tavandaki deliğini altında durdu. Görüntüyü büyütüp incelemeye başladılar. Yukarıdan ışık geliyordu ve su yüzeyinde dalgalanma yapıyordu.
“Burası bir boşluğa açılıyor. Bir çeşit mağara. Aldığım ölçümler doğruysa yukarıda oksijen var.” Bu durum hepsini de şaşırtmıştı. Barış Bey’in gözlerinde ilk kez korku ifadesi gördüler. Kaptan hemen kendini toparladı.
“Yukarı çıkacağız değil mi?” diye sordu Elif.
“Önce güvenli olduğundan emin olmamız lazım” dedi. Bu sırada takip ettikleri denizanası inmeye başladı. Üzerlerinde biraz durup yoluna devam etti. Arkadaşlarının siluetleri artık içinde görünmüyordu.
“Yavaşça yukarı çıkıp gözlem yapacağız. Şu sakinleştirici ilaçlardan alıp Hakan ve Helmut oradaysa onları alıp geleceğim. Siz burada kalıp odalarını hazırlayın. Gerekirse onları yataklarına bağlamamız için bir şeyler bulun.” Natalie ve Elif başlarıyla onayladılar. Sonra Owen’a döndü. “Sende aracın otomatik pilotunu geri dönüş yolu için hazırla. Eğer sana başka bir iş için ihtiyacımız olursa araç kendi başına tünelden çıkıp yüzeye çıkabilmeli.” Barış Bey onlara planını anlattıktan sonra bacadan yukarı çıkmaya başladılar. Yüzeye çıktıklarında karşılaştıkları manzara inanılmazdı. Büyük bir açıklıktı burası. Tünellerde gördükleri canlı doku burada daha yoğundu. Tüm açıklığın duvarlarını kaplıyor ve yoğun bir ışık saçıyordu.
“Hava solunabilir” dedi Owen.
Barış Bey özel deniz kıyafetini giymiş hava kilidinin önünde bekliyordu. Elif ona şırıngaları verdi.
“Lütfen onları bulup getir.”
“Merak etmeyin, onları bulacağım” deyip kapıyı açtı. Dışarıdan serin bir hava geldi. Barış Bey suya atlayıp kıyıya kadar olan on metrelik mesafeyi yüzmeye başladığında tekrar kontrol odasına döndüler. Giysisinin üzerindeki kameradan onu izliyorlardı. Görüntü oldukça netti.
“İşte oradalar!” diye bağırdı Elif. Barış Bey’de görmüştü onları. Daha küçük bir tünele doğru yürüyorlardı. Barış Bey adlarını seslenerek koşmaya başladı ama onu duymadılar bile. Barış Bey onlara yaklaştığında odadakilerde artık daha iyi görebiliyordu ama bir farklılık vardı. Hakan’ın da Helmut’un da saçları yoktu. Hatta vücutlarında hiç kıl yoktu.
“Onlara ne olmuş böyle?” diye şaşkınlığını dile getirdi Owen.
“Vücut kılları yok olmuş. Denizanasının içindeki sıvı yüzünden belki de” diye fikrini belirtti Natalie. Önemli değildi. Onları sağ salim getirirse anlarlardı nasılsa. Kaptan da arkalarından yetişip tünele girmişti ancak görüntü bozulmaya başladı. İçeriden gelen ışık net görmelerini engelliyordu. Görüntü sallandı ve bir patırtı sesi duyuldu.
“Barış Bey? İyi misiniz?”
“Ahhh!”
“Barış Bey! Ne oluyor?” Barış bey omzundaki kamerayı çıkarıp kendine tutarak konuştu. Yüzü dehşet içindeydi.
“Gidin burd…” sözünü bitiremeden kamera yere düştü. Duvardan başka bir şey göremiyorlardı artık. Sürüklenme sesine benzer bir ses duydular. Birkaç kez daha seslendiler ama kaptandan yanıt alamadılar.
“Gidip yardım etmeliyiz!” dedi Elif. Owen hemen ayağa kalktı.
“Ben gidip bakarım. Siz burada kalın.”
“Bende seninle geleceğim!” diye itiraz etti Elif.
“Burada tek başıma kalamam” dedi Natalie.
“Hayır Nat, bu tehlikeli olabilir. Birimizin burada kalması lazım. Seninle sürekli iletişim halinde olacağız merak etme” dedi Owen. Natalie sonunda kabul etti.
Kıyafetlerini giymek için hava kilidinin yanına gittiler. Giyinirken Owen Elif’e planını anlattı.
“Aramızda birkaç metre mesafe bırakıp yürüyeceğiz. En önde ben olacağım. Bir şey görürsem veya duyarsam arkana bile bakmadan araca koş. Otomatik pilotun koordinatlarını ayarladım. Onu çalıştırın ve gidin buradan.”
“Öyle bir şey olmayacak Owen. Arkadaşlarımızı da alıp buradan birlikte gideceğiz merak etme.”
Suya atlayıp kıyıya yüzdüler. Natalie kapıdan onlara bakıyordu. Kıyıya çıkıp temkinli adımlarla arkadaşlarının girdiği küçük tünele doğru yürümeye başladılar. Owen önde Elif de on adım arkasından yürüyordu. Tünele önce Owen girdi. Aradaki mesafeyi koruyarak biraz sonra da Elif girdi. Arkasına baktığında Natalie’yi kapıdan kendisine el sallarken gördü. Elif ona baktığını gören Natalie eliyle devam et gibi bir işareti yaptı. Ayağa kalkıp yürümeye önüne dönüp tünele girdi.
Natalie onlar gözden kaybolunca kontrol odasına gitmek için arkasını döndü. Bir an durup düşündü. Buraya bir daha gelemeyebilirlerdi ve bu dokulardan mutlaka örnek almalıydı. Bunun sayesinde adını tüm dünyaya duyurabilir hatta Nobel’i bile alabilirdi. Duvardaki dolapta asılı duran kıyafete baktı. Oyalanmadan hızlıca kıyıya çıkıp duvardaki canlı dokudan hemen bir örnek alıp tekrar gemiye dönebilirdi. Kendini tehlikeye atacak bir şey yoktu bu açıklıkta. Numune çantasını alıp hızlıca kıyafeti giydi ve suya atladı. Kıyıya çıktığında vakit kaybetmeden duvara koştu. Numune kabını çıkarıp bistüri ile nabız gibi atan ve parlayan dokuya küçük bir kesik attı. Parlak bir sıvı dışarı sızmaya başladı. Hemen kabı altına tutup sıvıyı içine aldı. Bir kısmı eline bulaşmıştı. Ona yakından bakmak için elini yaklaştırdı. Çok güzeldi, büyüleyiciydi. Duvardaki dokuya dokundu. Onun kalp gibi atışını hissediyordu. Bu anın hazzına varmak için gözlerini kapattı. Elini duvardan ayırmadan arkadaşlarının biraz önce girdiği tünele doğru yürümeye başladığının farkında değildi. Ayakları onu kendiliğinden götürüyordu. O ise edineceği başarılarının hayaline çoktan dalmıştı bile.
Owen ileride sağa doğru kıvrılan tünelde köşeyi dönmüştü. Elif de köşeyi döndükten sonra yüksek tavanlı, yuvarlak büyük bir odaya girdiler. Garip bir uğultu vardı her yerde. Zemin ıslak ve parlaktı. Kaya gibi sert değildi. Daha yumuşak bir yapısı vardı. Odanın ortasında da büyük bir ‘Şey’ duruyordu. Bunu nasıl adlandıracaklarını bilmiyorlardı. Bir tür organizmaydı bu. Silindirik vücudu mercana benzeyen bölütlü bir dokuyla kaplıydı. En az yedi metre boyundaydı. Tepeye doğru silindir genişliyor ve üst kısmından birbirine dolanmış ağaç köklerini andıran uzuvlar çıkıyordu. Bunlar tavana yükselip tüm odaya yayılıyordu. Kafası olduğunu tahmin ettikleri bölgede iki büyük siyah küre vardı. Kürelerin içinde ağır ağır renk değiştiren ipliksi yapılar vardı. Denizanalarının kollarını andırıyordu. Kolları veya bacakları yerine tüm gövdeyi saran dokunacı andıran çıkıntılar vardı. Vücudu yarı saydamdı. Kalp atışı gibi bir ritimle genişleyip daralıyor, oluşan ışık kafasından çıkan uzuvlara doğru çıkıp tüm odaya yayılıyordu. Bu uzuvlar geldikleri tünele, zemine ve duvarların içine gidiyordu. Sanki onu her yere bağlayan bir kablo ağı gibiydi. Bu ilginç ve göz alıcı organizmayı incelerken hemen önünde diz çökmüş Barış Bey’i gördüler. Elif usulca Owen’ın yanına yanaştı.
“İşte kaptan orada!” dedi.
“Evet gördüm. Yanındaki iki kişi Hakan ve Helmut olabilir. Buradan seçemiyorum” dedi.
Temkinli adımlarla o tarafa yürüdüler. Gördükleri manzara karşısında irkildiler. Elif Owen’ın kolun tuttu.
“Aman Allah’ım! Owen ona ne yapıyorlar?” dedi.
Organizmadan çıkan bir dokunaç kaptanın boynuna dolanmıştı. Owen koşarak onu tutan adamın yanına geldi. Elini omzuna koyup kendine çevirdi.
“Helmut ne yapıyorsun? Onu öldüreceksiniz!” Helmut veya ondan geriye kim kaldıysa kafasını çevirip Owen’a baktı ve boştaki eliyle onu tutup fırlattı. Düştüğü zemin yumuşak olduğundan zarar görmemişti. Elif hemen onun yanına koşup ayağa kalkmasına yardım etti.
“İyi misin?”
“Evet bir şeyim yok. Ama Helmut…” başını iki yana salladı “artık onun bizim Helmut olduğunu sanmıyorum.”
O sırada bir ses duydular. Ama bu sesi kulaklarıyla duymuyorlardı. Daha çok kafalarının içinde oluşan bir sesti. Ses konuşmaya başladı.
“Öldürmek mi?” dedi kalın ve boğuk bir ses. İkisi de kafasını çevirip organizmaya baktı. O konuşurken göz dedikleri kürelerin içindeki iplikler ışıklar saçıyordu. “Bizimkinin yanında bir saniye bile sayılmayacak kadar kısa bir ömrünüz var. Acınası bedenleriniz bizim için zaten ölü. Ona huzuru ve özgürlüğü sunuyorum. Her gece çektiği acılardan kurtuluş fırsatı veriyorum” dedi kafalarındaki ses. Bir şey anlamamışlardı. Birden Elif ve Owen’ın yanında iki kişi belirdi ve onları kollarından tutup Barış Bey’in yanına sürüklediler. Direndiyseler de bir işe yaramadı. Onları tutanlar çok güçlüydüler. Aynı Hakan ve Helmut gibi çıplak ve vücutları kılsızdı. Kaptanın yanına geldiklerinde durdular. İki dokunaç organizmanın gövdesinden onlara doğru uzanıyordu. Elif tiksintiyle çığlık attı ama boşunaydı. Owen’da onu tutanlardan kurtulmak için boş yere debelendi. Dokunaçlar ikisinin de boynuna dolandı. O an Elif’in tek düşündüğü babasıydı. Onu bir daha göremeyeceği için içini derin bir hüzün kapladı. O bunları düşünürken organizmanın gözlerindeki ışıklar önce yavaşladı sonra renk değiştirmeye başladılar.
Zihinlerinde bir görüntü gördüler. Barış Bey bir denizaltıda emir veriyordu. Görüntü de şimdikinden çok daha gençti. Sonrasında kıyıda yatıyordu. Yanındaki ölmüş askerlere bakıp ağlıyordu. O an adamın çektiği acıyı ve vicdan azabını kendi kalplerinde hissettiler.
“Zavallı acınası hayatlarınızı neden acı çekerek harcıyorsunuz? Size sonsuz mutluluk vaat ediyorum. Bana katılın! O işe yaramaz aciz vücutlarınızdan sıkılmadınız mı? Burada ölüm yok, acı yok. Sonsuz bilgelik var. Öyle değil mi Natalie?” diyen organizmanın gözlerindeki kırmızı ışıklar mor ve yeşil karışımına dönüp yavaşlamışlardı. Elif ve Owen aynı anda kafalarını çevirebildikleri kadar çevirip sola baktılar ve Natalie’yi gördüler. Kıyafetlerini çıkarmış ağır adımlarla organizmaya doğru yürüyordu.
“O muhteşem Elif! Ona dokunduğumda bana gösterdiği şeyleri normal bir insan zihni kaldıramaz. Bana her şeyin başlangıcını gösterecek! Her şeyin bilgeliğini verecek!”
“Natalie! Burada ne yapıyorsun!”
“Baksana Elif, O ne kadar da haklı. Bizler aciz varlıklarız. Ne basınca, ne sıcağa ne de soğuğa dayanabiliyoruz. Ama O! O hep buradaydı ve ebediyen burada olacak. Neden ona katılmayalım? Bilgeliğinden neden faydalanmayalım? Yukarıda benim için bir şey yok. O bana istediğim her şeyi verecek.”
“Natalie dur!” diye bağırmama aldırış etmeden organizmaya doğru yürümeye devam etti. Organizmanın gövdesinde bir yarık açıldı. Dışarıya bir çeşit sıvı akarken içeriden iki ince dokunaç çıktı. Natalie yüzünde mutlu ve huşu dolu bir ifadeyle kendini dokunaçlara bıraktı. Dokunaçlar onu sarıp vücudun içine çekti.
“Nat! Nat yapma!” Owen da boşuna bağırıyordu. Yarık kapandı ve Natalie artık yoktu.
Odada yüksek bir mırıldanma ve uğultu yükseldiğinde Elif ve Owen gözlerini kapanan yarıktan ayırıp etraflarına bakmaya çalıştılar. Artık oda insan doluydu. Hepsi de çıplak ve kılsızdı. Hep bir ağızdan mırıldanmaya benzer sesler çıkarıyorlardı. Bu kadar çok insanın buraya nasıl gelmiş olabileceklerine anlam verememişlerdi. Barış Bey’in inlemesini duyduklarında daldıkları düşüncelerden ayrılıp ona döndüler.
“Bırak beni!” diye bağırmıştı kaptan. “Onlar gibi olacağıma ölmeyi yeğlerim!” Kafalarının içinde yine O’nun sesini duydular.
“Çok yazık! Sonsuzluğumun çağrısına kulak vermeliydin!” Kaptanın boynuna dolanmış olan dokunaç bir hamlede sıkıldı ve Barış Beyin kafası iğrenç bir ses çıkararak kopup yere düştü. Elif ve Owen gördükleri sahne karşısında dehşete düştüler. Elif gözlerini kapatıp tüm gücüyle çığlık attı. Attığı çığlık odadaki insanların uğultuları arasında azalarak kayboldu. Olanlara dayanamayan Elif bayılmıştı.
Gözlerini açtığında zemini görüyordu. Hızla ilerliyordu ama koşanın kendisi olmadığını anladığında tamamen uyanmıştı. Duvarlardaki dokunun kalp atışı gibi ritmi hızlanmıştı. Artık mor renk yerini kızıl bir tona bırakmıştı. Arkalarından büyük bir uğultu geliyordu. Owen’ın siyahi tenini gördüğünde onu omzuna almış var gücüyle koştuğunu anladı.
“Owen ne oldu?”
“Koşabilir misin?” diye sordu Owen nefes nefese.
“Evet, sanırım.” Elif’i omzundan indirip elini tuttu ve tüm gücüyle çekip koşmaya devam ettiler. Elif birkaç kez tökezlese de ona ayak uydurmayı başardı.
“Orada ne oldu Owen?”
“Önce buradan kurtulalım. Şimdi lütfen sadece koş!” Elif onun dediğini yaptı. Araçtan çıktıkları açıklığa kadar arkalarına bakmadan koştular. Suya atlayıp giriş kapısına doğru hızla yüzdüler. Önce Elif çıktı araca. Owen da arkasından geliyordu. Elini uzattı ve bağırdı.
“Hadi Owen az kaldı!” Owen tam araca yaklaşmıştı ki birden suyun altına çekildi. “Owen! Owen!” diye bağırdı Elif. Büyük bir yılan balığı suyun üzerine çıkıp tekrar daldı. O kısa anda gövdesiyle sardığı Owen’ı gördü. Arkadaşı kapıldığı akımla titriyordu. “Olamaz! Owen!”
Yılan balığı sudan tekrar çıkıp kapıya doğru atıldığında kendini hava kilidine attı. Balığın kafası kapının girişine çarptı ve aracı salladı. Hemen iç kapıyı kapatıp kilitledi. Araç bir daha sallandı. Işıklar sönüp tekrar geldi. Koşarak kontrol odasına çıkan Elif ekrandaki ‘OTO-PİLOT’ butonunu görüp düşünmeden bastı. Araç çalıştı ve hemen dalışa geçti. Bir yere tutunacak veya oturacak vakit bulamadan yere düştü. Owen aracı tam güç gitmesi için ayarlamıştı anlaşılan. Sonunda tünelden yarığa çıkmayı başardığında oturup ağlamaya başladı. Tüm arkadaşları ölmüştü. Kendisinin ise buradan kurtulup kurtulamayacağını bilmiyordu. Babasını ne kadar özlediği geldi aklına. Birden ne kadar yorulduğunu ve tükendiğini fark etti. Yemeden ve içmeden kaç saat geçirmişti bilmiyordu. Onu ayakta tutan adrenalin vücudunda hızla azalıyordu. Göz kapaklarını artık tutamıyordu. Olduğu yerde uykuya daldı.
Ve yine aynı düşü görmeye başladı. Hep aynı düşü gördüğünü düşündü uykusunda. Belki hayatının en mutlu ama bir o kadarda buruk günü o gün olduğu içindir. Gururla İye’ye bakıyordu düşünde.
“Keşke babamda hayatta olsaydı da kızının hayalini gerçekleştirmek üzere olduğunu görebilseydi” diye iç geçirdi Elif. Cenk’in ayak sesleriyle kendine geldi.
“Herkes hazır sizi bekliyoruz Elif Hanım…”
“Babasını tekrar görme ihtimali olmadığında bana katılmak için başka çaresi kalmayacak. Ona sunduğumu kabul edecek.”
Natalie açılan yarıktan dışarı çıkarken Elif gördüğü huzursuz rüyaya devam ederek organizmanın yanında yatıyordu. Owen’ın ona seslendiğini duymuyordu. Tüm vücudu dokunaçlarla sarılıydı. Barış Bey’in vücudu zemindeki yumuşak dokunun içine çekilmişti bile.
“Neden? Neden bizi de öldürmüyorsun?”
“Çok nadirsiniz. Sularımda her zaman sizin gibisini bulamıyorum. Kendi isteğinizle bana katılmalısınız. Bakalım senin korkuların nelermiş.” Siyah kürelerin içindeki ışıklar coşkuyla renk değiştirip yanıp sönmeye başladı. Owen’ın siyah gözbebekleri irileşti ve sonunda o da uykuya daldı.