YAZ KAMPI
“Teşekkür ederim öğretmenim” dedi ağlamaktan gözleri kızarmış kız.
“Önemli değil Damlacığım. Konuştuklarımızı uygularsan mutlaka faydasını göreceksin” diyerek ayağa kalktı rehber öğretmen. Elini kızın omzuna koyarak kapıya kadar eşlik etti. “Yine bir sorunun olursa ben her zaman buradayım.” Kız başını salladı ve kollarını göğsünde kavuşturup odadan çıktı. Bugün ilgilendiği üçüncü öğrenciydi. Her birinin ayrı bir sorunu vardı. Birçoğu onları anlamayan ailelerinden dert yanan, ergenliğe yeni adım atmış öğrencilerdi. Kendisi de sorunlu bir çocukluk geçirmişti ama onun zamanında böyle gidip konuşabileceği bir öğretmeni olmamıştı. Bu yüzden psikolojik danışmanlık okumuş, ailesinin neden böyle davrandığını anlamış, onları affetmiş ve yoluna devam etmişti. Şimdi yirmi beş yaşına gelmiş ve sorunu olan başka çocuklara yardım ediyordu. Yaptığı işten mutluluk duyuyordu.
Masasının arkasına geçip koltuğuna oturdu. Saat daha öğleden sonra üçtü ve başka öğrenci gelene kadar iki saat kadar bir zamanı vardı. Aslında okulun son haftası planlanan öğrenci yaz kampı etkinliği için hazırlık yapması gerekiyordu ama o okuduğu polisiye romana kaldığı yerden devam etmeye karar verdi. En heyecanlı yerinde kalmıştı çünkü. Olaylar çözülmek üzereydi ve katilin kim olduğunu öğrenmek için sabırsızlanıyordu. Hem kampa daha üç hafta vardı, rahat rahat hazırlanırdı. Gözlüğünü düzeltip üst üste yığılmış psikoloji ve kişisel gelişim kitaplarının durduğu dağınık masasının üzerinden kitabını aldı. Bir ara buraları düzenlemeliydi ama şimdi değil. Sırtını ikindi güneşine verip arkasına yaslandı. Daha ilk cümleye başlamadan telefonu çaldı. Öfleyerek telefona uzandı.
“Efendim?”
“Gökçen kızım?” müdürün sesini duyunca toparlandı.
“Buyurun müdür bey.”
“Şu kamp hazırlıkları nasıl gidiyor? Başladınız mı?” diye panikle sordu. Daha üç hafta vardı ve müdürün bunu bu kadar büyütmesine anlam veremiyordu. Oldum olası tez canlı ve panik bir adamdı müdür bey.
“Başladık efendim, şimdilik bir sorun yok. Siz hiç merak etmeyin.”
“Aman kızım dikkatli olun. Eksik gedik bir şey olmasın. Velilerle, milli eğitimle filan başımızı derde sokmayın.” Aslında demek istediği ‘Benim başımı derde sokmayın’dı. Müdür bu gibi konulardan hep korkardı. “Sinan Hoca’nın dersi bitince birlikte bakarsınız. Hadi kolay gelsin” diyerek telefonu kapattı.
Sinan Hoca beden eğitimi öğretmeniydi. Bir beden eğitimi öğretmeninin olmasının beklendiği gibi atletik biri değildi. Henüz otuz iki yaşında olmasına rağmen ortalama boyu ve artık belirginleşmeye başlayan göbeği yüzünden daha yaşlı görünüyordu. Üstelik giydiği eşofmanları da komik buluyordu. Bir keresinde çocukların da onun eşofmanları hakkında dalga geçtiklerini duymuş ve görevi gereği öğretmenleri hakkında böyle düşünmemelerini söylemişti. Arkasından odasına girip kendisi gülmüştü. Sinan Hoca, Gökçen’in okulda çalışmaya başladığı son bir yıllık sürede ona yakınlaşmaya çalışsa da pek başarılı olamamıştı. Gökçen ondan pek hoşlanmıyordu ve mesafeli durmaya özen gösteriyordu. Ama Sinan Hoca vazgeçmemiş ve ısrarları artık Gökçen’i rahatsız etmeye başlamıştı. Şimdi birde bu adamla aynı masada çalışmak zorunda kalacaktı. Daha da kötüsü çocukları kampa götürecek öğretmenler grubunun başındaydı. Kampta mümkün olduğunca bu adamdan uzak durmalıyım diyordu içinden.
Tekrar kitabına döndü. Dedektif artık son ipucunu da bulmuş, katil ensesinde onun nefesini hissetmeye başlamıştı. Gökçen kitaba kendini o kadar kaptırmıştı ki nefesini tuttuğunun bile farkında değildi. Kapının vurulmasıyla irkildi. Az kalsın kitabı elinden düşürüyordu. Kitabın dünyasından çıkıp odasına dönmesi birkaç saniyesini aldı. Saate baktığında dört olduğunu gördü.
“Girin!” diye seslendi sandalyesinde doğrulup gözlüğünü düzeltirken. Kapının kolunun açılacak gibi aşağı hareket ettiğini gördü ama sonra tekrar düzeldi. Kapıdaki kişi açmaktan vazgeçmiş gibiydi. Tekrar seslendi “Girebilirsiniz!” Kalkıp kapıya doğru yürümeye başladı. Odanın ortasına geldiğinde kapı açıldı. Gelen lise son sınıf öğrencisi Umut’tu. Uykulu, yorgun gözlerinde ve ilerlemek istemeyen ayaklarında ürkeklik vardı. Gökçen şefkatle gülümsedi ve elini omzuna koydu. “Hoş geldin Umut” dedi gözleri parlayarak. Umut bu davranış karşısında birazda olsa rahatlamıştı. Gözlerindeki ürkek ifade kaybolmasa da ayakları odaya girmek için direnmedi. Kapıyı kapattıktan sonra “Gel bakalım, şöyle oturabilirsin” diyerek masasının önündeki sandalyeyi işaret etti. Kendisi de masanın arkasındaki yerine geçti.
Umut yaşıtlarına göre uzun boylu, yapılı bir çocuktu. Ela gözleri ve sivilceleri gittikten sonra yakışıklı sayılacak köşeli bir yüzü vardı. Kıvırcık kumral saçları alnına dökülüyordu. Ancak dış görünüşünün aksine gayet sessiz sakin biriydi. Gökçen okulda çalışmaya başladığından beri Umut’ta değişken bir ruh hali gözlemlemişti. Kimi günler çok neşeli olurken bazen içine kapanık, yorgun, gözlerinin altında mor torbalarla gelirdi okula. O günlerde pek kendinde olmazdı. Hatta öğle yemeklerine bile gelmediği olurdu. Umut bahçede tek başına otururken birkaç kez yanına gidip konuşmak istemişti ama o derhal kalkıp oradan uzaklaşmıştı. Daha sonra, iyi olduğu günlerin birinde konuşmaya karar verip Umut’un neşeli halinde onu yakalamış ve bazen onu mutsuz gördüğünü, eğer konuşmak isterse dilediği zaman yanına gelebileceğini söylemişti. Aradan aylar geçmiş, eğitim-öğretim yılının neredeyse sonuna gelmişlerdi ve Umut gelmek için bugünü seçmişti. Bazen böyle olurdu. Sorunlarınızı kendiniz çözebileceğinizi sanırdınız ama aradan geçen zamanda bir arpa boyu bile yol alamamış hatta daha da geriye gitmiş olduğunuzu görürdünüz. Omuzlarınızdaki yük gittikçe ağırlaşmış olur ama siz fark etmezdiniz. Neyse ki Umut sonunda gelmişti. Muhtemelen ilgisiz ve anlayışsız bir ebeveyn sorunuydu. Oğullarını dinlemiyor onu anlamaya çalışmıyorlardı. Bu durumda gerekiyorsa gidip ailesiyle de görüşmesi gerekecekti.
“Nasılsın Umut?” diye sordu gülümseyerek. Umut tek omzuna astığı çantasını oturduğu sandalyenin yanına bırakıp başı önde bir şeyler mırıldandı. “Efendim Umut? Anlayamadım dediğini” diye masanın üstüne eğilerek tekrar sordu.
“İyiyim” dedi pekte inandırıcı olmayan bir ses tonuyla.
“Biraz uykusuz gibisin. Çok mu ders çalışıyorsun?” diye ortamı yumuşatmak için şakacı bir ifadeyle sordu. Umut gözlerini Gökçen’den kaçırarak masanın üzerini incelemeye başladı. Polisiye kitabını görünce gözü ona takıldı. Gökçen Umut’un kitaba baktığını görünce belki oradan yakalarım diye tekrar konuştu. “Çok heyecanlı bir kitap. Eğer okumak istersen bitirdikten sonra sana verebilirim. Kitap okumayı sever misin?”
“Evet” dedi sadece. Konuşmak istiyor ama bir şey onu engelliyor gibi sıkılgan bir hali vardı.
“Bu çok iyi. Kitap okumak iyi gelir. Ben buralardan sıkılıp kaçmak istediğimde kendimi kitapların dünyasına atarım.” Umut’un ilgisini çekmişti. Gözlerini masadan ayırıp kendisine çevirdiğini görünce devam etti. “Sen neden kaçmak istediğinde kitaplara sığınıyorsun? Bana anlatabilirsin biliyorsun. Burada seni yargılamak için değil seni anlamak için bulunuyorum. Bazen bir sohbet tüm sorunları çözmeye yeter” diyerek şefkatle gülümsedi çocuğa. Umut öğretmeninin gözlerinin güven verici parıltısını görünce biraz olsun rahatladı. Derin bir nefes aldı.
“Kâbuslar hocam” dedi dudakları titreyerek. Bunu söylerken gözlerinden bir korku perdesi geçti.
“Nasıl kâbuslar?”
“Her zaman görmüyorum onları. Ama gördüğümde ruhumun çekildiğini hissediyorum. Sanki rüyayı gören ben değilim ama aslında ben olduğumu biliyorum.” Biraz duraksadı. Boğazını temizledi. Gökçen bir bardak su doldurdu ona. Umut suyu içip bekledi.
“Ne görüyorsun rüyanda? Anlatmak ister misin?”
“Bir hayvana zarar verdiğimi görüyorum hocam. Bu bazen bir kedi veya köpek oluyor. Bazen de bir kuş. İçten içe istemiyorum ama kendime engel olamıyorum” Umut’un sesinin titremeye başlamıştı.
“Bunlar gerçek değil Umut. Hepsi kötü bir rüya sadece. Aslında olmayan şeyler. Bunları görmen seni kötü biri yapmaz.” Sesindeki sakinlik ve güven Umut’u biraz olsun yatıştırmıştı. Sesini toparlamaya çalışarak devam etti.
“Ellerime bulaşan kanın sıcaklığını bile hissediyorum hocam. Uyanmak istiyorum ama uyanamıyorum. Uyandığımda ise etkisini uzun süre üzerimden atamıyorum. Tekrar uykuya dalmaya korkuyorum ve sabahın ilk ışıklarına kadar yatağımda oturuyorum. Çoğunlukla kitap okuyarak gördüklerimi unutmaya çalışıyorum.” dedi gözlerini elindeki bardağa dikerek. Gökçen daha fazla detaya girmesi için ısrar etmedi. İlk seferde bu kadar anlatması bile iyi bir ilerlemeydi.
“Peki, ailene söyledin mi? Evde her şey yolunda mı?” diye sordu.
“Ailem…” cümlesinin sonunu getirmedi. Gökçen’in aklına istismar mı ediliyor acaba düşüncesi geldi. Umut’un yaşı büyüktü ama yine de emin olmalıydı. Aslında böyle düşünmesinde birkaç hafta önce haberlerde gördüğü yetimhane dehşetinin etkisi büyüktü. Çocukları istismar eden yetimhane müdürü feci şekilde ölmüş ve ona yardım eden bazı çalışanlarda yaralanmıştı. En azından basına yansıyan kadarı böyleydi.
“Bak Umut eğer sana kötü bir şey yapıyorlarsa…” Gökçen lafını bitirmeden Umut araya girdi.
“Hayır hocam öyle değil. Ailem çok iyi insanlardır.” Gökçen’in içi rahatlamıştı. “Benden beş yaş büyük bir abim var hocam.” Yüzü nasıl söyleyeceğini bilemez gibi şekilden şekle giriyordu.
“Sana kötü mü davranıyor?”
“Abim engelli. Aslında yatalak demem daha doğru olur. Doğumu sırasında bir sorun olmuş sanırım. Annem öyle anlatmıştı. Düzgün gelişememiş. Yürüyemiyor, konuşamıyor, ellerini kullanamıyor. Annem tüm vaktini ona harcıyor.” Bunu söylerken gözleri dolmuştu. Gökçen orada anladı durumu. Ailenin tüm ilgisi abisinde olunca kendisiyle ilgilenememişlerdi. Onun bir derdi sıkıntısı var mı dinlememişlerdi. Daha büyük gördükleri bir dertleri vardı çünkü. Umut’ta bazı sorunlarını kendi çözmeye çalışmış ama çoğunlukla da içine atmıştı. Bilinçaltında biriken bu sıkıntılar, kendini ifade edememesi, anlaşılamaması da kâbuslar olarak yüzeye çıkıyordu.
“Anlıyorum seni Umut” dedi o sıcak gülümsemesi ile. “Abinin biraz daha fazla ilgiye ve bakıma ihtiyacı var. Ama bu seni sevmedikleri anlamına gelmiyor. Eminim seni de abin kadar çok seviyorlardır ancak bunu yeteri kadar gösterememişler sanırım. Bunlar ailecek konuşup düzeltilebilir sorunlar. Kâbuslarının sebebi de bunları içine atmış olman.”
“Öyle mi diyorsunuz?” sesi artık rahatlamış çıkıyordu. Gökçen bunu duyunca sevindi.
“Bilinçaltımız çok ilginç bir yerdir. Orada neleri biriktirdiğini ve orası dolduktan sonra bunu nasıl boşaltacağını kestiremeyiz. Senin durumunda bu kâbuslar olarak ortaya çıkıyor.” Umut artık biraz daha rahatlamış görünüyordu ama kâbuslarından söz ederken gözlerinden geçen korku perdesi kalkmamıştı henüz. “Aileni çağırıp onlarla da konuşmamın faydası olacaktır.”
“Babam geç saatlere kadar çalışıyor hocam. Annemde abimi bırakıp gelemez.”
“O zaman ben sizi ziyarete gelebilirim değil mi?” dedi gülümseyerek. Umut önce biraz çekindi. Öğretmeninin güven veren yüzüne tekrar baktı ve “Olur” dedi. “Bu akşam çıkışta beraber gidiyoruz o zaman. Beni okul bahçesinde bekle.” Umut’un yüzünde bundan pek memnun olmamış gibi bir ifade vardı. Gökçen durumu anladı. Umut arkadaşlarının görmesinden çekiniyordu. “En son biz çıkarız okuldan. Zaten halletmem gereken bazı evrak işleri vardı. Onları bitirip gideriz.” Bu fikir hoşuna gitmişti.
“Peki hocam. Bahçede sizi beklerim” deyip ayağa kalktı. “Teşekkürler hocam.”
“Rica ederim Umutcum. Ne zaman ihtiyacın olursa ben buradayım.”
Umut hafifçe gülümseyerek yerde duran çantasını alıp odadan çıktı. Gökçen yerine oturup Umut’un ailesi ile neler konuşacağını düşündü. Söyleyeceklerini kafasında toparladığında okulun bitiş zilinin çalmasına da yarım saat kalmıştı. Masasını ve etrafı biraz toparlayarak oyalandı. Zil çaldıktan sonra pencereye gidip bahçeye çıkan öğrencileri seyretti. Birbirleriyle şakalaşıyor, bağırıyor, gülüyorlardı. Öğrenci selinden ayrılıp köşedeki banka giden Umut’u gördü. Öğrenciler azalıp arkalarından öğretmenlerde çıkmaya başlayınca o da odasından çıkıp bahçeye indi.
Öğretmeninin okulun kapısından çıktığını gören Umut toparlanıp ayağa kalktı. Birlikte bahçeden çıkıp Gökçen’in arabasına yürüdüler. Umut yolu tarif etti. Evleri okula çok uzak değildi. On dakika sonra bir apartmanın önünde durdular. Önce Umut girdi apartmana.
“Hemen şurası hocam” diyerek sağdaki daireyi gösterdi. Zile basmadan kapı açıldı.
“Hoş geldiniz öğretmen hanım” dedi kapıdaki kadın. Umut geleceklerini annesine haber vermişti.
“Hoş buldum efendim, teşekkürler” diyerek içeri girdi Gökçen. Annesi salonu gösterdi. Gökçen kendisine gösterilen koltuğa oturdu. Sıradan bir orta sınıf ailenin eviydi burası. Annesinin genç olabileceğini düşünüyordu ama yılların yorgunluğu kadının yüzünden okunabiliyordu.
“Ben üzerimi değiştireceğim anne” diyen Umut odasına geçti. Gökçen kadınla baş başa kaldıklarına sevindi.
“Ne yer ne içersiniz?” diye sordu kadın.
“Teşekkür ederim bir şey almayacağım. Sizinle konuşmamız gereken bir konu var” diyerek Umut’un durumundan bahsetti. Ona da vakit ayırmaları gerektiğini, onun da ailesine ihtiyacı olduğunu anlattı. Kadın tüm konuşmayı başı önüne eğik dinledi.
“Haklısınız” dedi kadın utanarak. “Ümit’e o kadar çok vakit ayırdık ki Umut’u unutmuşuz. Bundan sonra daha dikkatli olacağız merak etmeyin.” Bu sözler Gökçen’i sevindirdi. Derken içeriden anlaşılmaz bir ses geldi. “Ümit çağırıyor. Kusura bakmayın ben hemen bir bakıp geleyim” dedi kadın. Gökçen “Mahsuru yoksa bende gelmek isterim” dedi. Kadın başıyla onayladı.
Gökçen Ümit’i gördüğünde içi burkuldu. Pencerenin yanındaki yatakta yatıyordu. Bir gözü daha aşağıda, dudakları da çarpıktı. Bunlar olmasa yakışıklı diyebileceği bir çocuktu.
“Merhaba Ümit” diyerek yanına oturdu. “Ben Gökçen, Umut’un öğretmeniyim” dedi. Çocuğun kapalı parmaklarının olduğu elini tuttu, şefkatle okşadı. Annesi oğlunun deniz mavisi gözlerinde bir sevinç pırıltısı gördü. Çarpık dudakları gülümsemeye çalışıyordu.
“Sizi sevdi hocam” dedi annesi. “Uzun zamandır böyle gözlerinin içinin güldüğünü görmemiştim.” Gökçen duygulanmıştı. Bir süre daha yanında kaldıktan sonra ayağa kalktı.
“Ben artık gideyim” dedi Ümit’in başını okşarken. “Seni yine ziyarete geleceğim olur mu?” diyerek gülümsedi çocuğa. Çocukta ona elinden geldiğince gülümseyerek ve bir şeyler söylemeye çalışarak cevap verdi. Çıkarken Umut’un odanın kapısından onlara baktığını gördü. Ona da gülümsedi. Umut öğretmenine kapıya kadar eşlik etti.
“Teşekkür ederim hocam” dedi onu uğurlarken.
“Rica ederim. Bundan sonra her şey daha güzel olacak merak etme.”
Arabasına binmeden önce arkasını dönüp eve baktı. Annesi Ümit’i yattığı yerden doğrultmuş pencereden ona bakıyorlardı. Onlara el sallayıp arabasına bindi ve ertesi gün kamp hazırlıkları için beraber çalışmak zorunda olduğu Sinan Hocayı düşünmemeye çalışarak eve doğru yola çıktı.
Sinan Hoca koridorun başında bekliyordu. Gökçen’i görünce sırıtarak ona doğru yürümeye başladı. “İşte başlıyoruz” diye içinden geçirdi Gökçen.
“Günaydın Gökçen!”
“Günaydın Sinan Bey” diyerek resmiyeti koruyan bir cevap verdi.
“Bir yıldır birlikte çalışıyoruz. Artık şu beyi hanımı bir kenara bıraksak mı?” Bu adamın bu yılışık tavırlarından hiç haz etmiyordu. Zoraki bir gülümsemeyle cevap verdi.
“Okul içinde diğer öğretmenlere bu şekilde hitap etmemin daha doğru olacağını düşünüyorum.” Adamın yüz ifadesinin değişmemiş olması sinirine dokunmuştu.
“Ben de simit almıştım. Birlikte kahvaltı yapıp odanızda çalışmaya başlarız.”
“Ben kahvaltımı yaptım teşekkür ederim. Size afiyet olsun. Odam biraz dağınık rahat çalışamayabiliriz. Ben öğretmenler odasında olacağım. Kahvaltınızı bitirdiğinizde çalışmaya başlarız” dedi ve başıyla selam verip odasına doğru adımlarını hızlandırdı. Bu adamla yan yana olmak bile çok zordu zaten. Bir de odada baş başa kalamazdı hiç. Eşyalarını odaya koyup tuvalete gitmek için çıktı. Koridorun sonuna geldiğinde merdivenleri çıkan Umut ile karşılaştı. Çocuğa günaydın deyip tuvalete girdi. Çıktığında merdivenlerin yarısında durmuş tuvaletin kapısına bakan Umut’u gördü. “Ne oldu Umut? Bir sorun mu var? Neden sınıfa çıkmadın?” diye sordu merakla. Umut cevap vermeden ve gözlerini kırpmadan Gökçen’e bakıyordu. “Umut iyi misin?” diye merdivenin alt basamağına yaklaşarak tekrar sordu. Umut yine cevap vermeden sanki transa girmiş gibi hala ona bakıyordu. Gökçen bir gariplik olduğunu sezmiş ama ne olduğunu anlamamıştı. Bir basamak çıktı. Umut’un gözlerinde hem sevgi dolu hem de korkutucu bir ifade vardı. İki basamak daha çıktı. “Umut?” diye tekrar seslendiğinde çocuk sanki bir rüyadan uyanmış gibi irkildi.
“Özür dilerim hocam. Dalmışım sanırım” diyerek koşar adım üst kata çıktı. Gökçen arkasından seslendi ama Umut çoktan gözden kaybolmuştu. Belki yine kötü bir rüya görmüştür diye düşünüp fazla üstelemedi ve öğretmenler odasının yolunu tuttu.
Çalışmalarını bitirdiklerinde müdürün yanına gidip durumu anlattılar. Şehirden iki saat uzaklıktaki milli parkta kamp kurulacaktı. Yirmi beş öğrenciye beş öğretmen eşlik edecekti. Sinan Bey, Gökçen, İngilizce öğretmeni Osman Bey, Edebiyat öğretmeni Hande Hanım ve müdür yardımcısı Atilla Bey. Beş gecelik kamp için her şeyi ayarlamışlardı. Müdür tesisi ve güvenliği olan bir kamp alanında ısrar etse de Sinan Hoca’nın çocukların kendilerini geliştirmesi için doğayla baş başa kalması gerektiğini anlatan konuşması ve ısrarları sonucu buna razı gelmişti. Ayrıca o ormanda daha öncede bu gibi etkinlikler yaptığı için bölgeyi iyi bildiğini de söylemişti. Aslında Gökçen de bu konuda onunla aynı fikirdeydi. Çocukların telefon ve tabletlerinden biraz uzaklaşıp doğanın kucağında vakit geçirmelerinin onların ruhsal durumlarına da iyi geleceğini düşünüyordu.
Öğrenciler son bir haftanın geçmesini heyecanla beklemişlerdi. Öğretmenlerde en az onlar kadar heyecanlıydı. Cumartesi sabahı saat 7.00’da okul bahçesinde toplandılar. Çocuklar sırayla otobüse bindiler. Sinan Hoca herkesi yerleştirdikten şoförün arkasındaki sıraya oturdu. Yan sıraya Osman ve Atilla Bey oturmuştu. Onların arkasında da Gökçen ve Hande Hanım vardı. Sinan Hoca sık sık arkasına dönüyor, öğrencilere laf atıyor ve Gökçen’e bakıp gülüyordu. Gökçen koridor tarafına oturduğuna pişman olmuştu ama yapacağı bir şey yoktu. Bir süre daha katlanacaktı. Umut Gökçen’in çaprazında oturuyor ve bir Sinan Hoca’ya bir ona bakıyordu.
Yolculuk şarkılar söyleyerek ve Sinan Hoca’nın pekte komik olmayan fıkralarını dinleyerek geçti. Çorak arazi yerini gür ve sık ağaçlara bırakınca yaklaştıklarını anladılar. Herkes pencerelerden bu güzel manzarayı izlemeye koyuldu. Yolda onlardan başka kimse yoktu. Sinan Hoca yine mikrofonu eline aldı:
“Evet çocuklar! Ve sevgili meslektaşlarım!” bunu söylerken Gökçen’e bakmıştı. Gökçen oralı olmadı. Otobüsün arkasına doğru bakıp konuşmasına devam edecekti ancak Umut ile bir an göz göze geldiler. Çocuğun kendisine bakışı bir tuhaf geldi ona. Sanki öfkeli gibiydi ama aldırmadı. Sorunlu bir ergen işte diye düşünüp devam etti. “Kamp kuracağımız alana yaklaşıyoruz. İndikten sonra fazla dağılmadan ikişerli sıra olup beni takip etmenizi istiyorum. Alana ulaşmak için kısa bir yürüyüş yapacağız.”
Yarım saat sonra otobüs yol kenarındaki genişçe bir alanda durdu. Önce öğretmenler indi. Sinan hoca ve muavin bagajı açıp çantaların başına geçti. İnen her çocuğa çantalarını verip sıraya girmelerini söyledi. Herkes hazır olduktan sonra otobüs onları bir hafta sonra almak için tekrar gelmek üzere oradan ayrıldı.
“Hepimiz hazırız sanırım” diye kafileye baktı Sinan Hoca. “O halde haydi bakalım gidiyoruz!” diye bağırarak kafilenin önünde yürümeye başladı. Gümrah ağaçların arasında belli belirsiz bir patikayı takip ediyorlardı. Yaklaşık yarım saatlik yürüyüşten sonra açık bir alana geldiler. Arkasındaki kafileye döndü ve kollarını açarak “İşte geldik!” dedi. Hem öğrenciler hem de öğretmenlerin yüzlerinden burayı beğendikleri okunuyordu. Bunu gören Sinan Hoca daha da keyiflendi. Özellikle Gökçen’in yüzündeki hayranlıkla bezeli mutluluk ifadesine sevinmişti. Gökyüzüne uzanan ağaçların uzun gövdelerinin arasında geniş bir açıklıktı burası. Ağaçlarda ismini bilmedikleri kuşlar cıvıldıyordu.
“Nasıl buldunuz?” diye sordu Sinan Hoca.
“Hocam burası harika!” diye cevapladı çantalarını indiren öğrenciler. Üç kişilik bir kız grubu hemen telefonlarını çıkarıp öz çekim yaptılar. Fotoğraf çekilirken yüzlerinde oluşan mutlu gülümseme anında silindi. “Hocam telefon çekmiyor burada!” diye yakındılar. Sanki başlarına çok kötü bir şey gelmiş gibi omuzları düştü.
“Biraz teknoloji detoksu hepinize iyi gelecektir çocuklar. Hem hayranlarınız biraz sizi özlemiş olur” diyerek bir kahkaha attı ama kızların yüzündeki mutsuz ifade gitmemişti. Yaşça hepsinden büyük olan Osman Bey Sinan Hoca’nın yanına yaklaştı.
“Sinan Hocam acil bir durum olursa ne yapacağız. Telefonların çektiği bir yere mi kamp kursak?” diye endişeyle sordu.
“Merak etmeyin hocam. Olmaz ama eğer acil bir şey olursa ben çeken bir yer biliyorum. Buraya çok uzak değil. Bakın hemen şu tarafta gözüken tepenin orada çekiyor” diyerek eliyle indikleri yolun sağ tarafındaki küçük bir tepeyi gösterdi. Bir tarafı biraz dik ve kayalık olan tepeye bakan Osman Bey’in içi pek rahat etmese de bir şey demedi.
"Ayrıca iki tane telsizimiz var” dedi Sinan Hoca. “Kamptan odun toplamak veya başka bir sebeple ayrılacak kişi birini alır. Diğeri kampta kalır. Birbirimizden sürekli haberimiz olur.”
Gökçen öğrencilerin yüzlerine bakıyordu. Onları böyle mutlu görmekten memnundu. Çantalarını indirenler etraflarını inceliyorlardı. Gözü Umut’a takıldı. O çantasını henüz indirmemiş direkt kendisine bakıyordu. Başıyla hafifçe selam verip gülümsedi. Umut tepki vermedi. Sanırım dalmış, kim bilir aklında neler var diye geçirdi içinden. Her ne idiyse burası kafasını dağıtmasında yardımcı olacaktı.
Geniş açıklığa yayılarak çadırlarını kurmaya başladılar. Ortaya ateş yakılacak ve yemek hazırlıkları yapılacak bir yer ayırıp çadırları da aralarında biraz mesafe bırakacak şekilde, erkekler ateşin bir tarafına kızlar ise diğer tarafına kur toplandılar. Diğer öğretmenler çocuklara çadırlar konusunda yardımcı olurken Sinan Hoca odun toplamak için birkaç gönüllü öğrenci istedi. İçlerinde Umut’un da olduğu altı öğrenci ellerini kaldırdılar. Sinan Hoca başıyla onayladıktan sonra eliyle beni takip edin der gibi işaret edip çadırların arkasında kalan ormanın içine doğru yürümeye başladı.
“Büyük ve kalın odunlar bulmaya çalışın çocuklar” dedi. “Akşam güzel bir ateş yakacağız.” Diğer arkadaşları öğretmenlerini gözden kaybetmeyecek şekilde yanlara dağılarak odun aramaya başlarken Umut öğretmenin arkasından ayrılmadı. Bir gözü yeri tararken bir gözü adamın üstündeydi. Biraz sonra sol tarafında kalınca bir odun gördü. Eğilip aldı. Sağa sola çevirip inceledi, elinde tartıp ağırlığını hissetti. Yüzünde keskin bir gülümseme belirdi. Birkaç adım önünde yere çömelmiş küçük bir kamp testeresi ile kalınca bir kütüğü kesmeye çalışan öğretmenine baktı. Odunu sol eline alıp sıkıca kavradı ve adamın arkasından yaklaşmaya başladı. Sinan Hoca üzerine düşen gölgeyle kesmeyi bırakıp kafasını kaldırdı. Elinde odunla Umut’u kendisine bakarken görünce istemsizce irkildi. “Ne oldu Umut?” diye sordu ayağa kalkarken. Umut önce elindeki sopaya sonra hocasına baktı.
“Şey… Bu olur mu hocam?” diye sordu odunu sağ eline geçirerek. Yüzünde şaşkın bir ifade vardı. Adam çocuğu baştan aşağı bir süzdü.
“Evet olur” dedi. “Daha kalınlarından bulabilirsen daha da iyi olur. Şu tarafa bakabilirsin” diyerek eliyle ileriyi gösterdi. Neden bilmiyor bakışlarından veya başka bir şeyden, çocuğun arkasında kalmasından rahatsız olmuştu. Gözünün önünde tutmak daha iyi olur diye düşündü.
“Tamam hocam” diyerek uzaklaştı Umut. Bir süre çocuğun arkasından baktıktan sonra kütüğü kesmeye kaldığı yerden devam etti.
Kucaklarında odunlarla kamp alanına döndüklerinde çadırların kurulmuş olduğunu gördüler. Saat neredeyse öğlen olmuş ve acıkmışlardı. Gruplar halinde oturup çantalarından çıkardıkları sandviçleri yemeye koyuldular. Sinan Hoca diğer öğretmenlerin olduğu grubun yanına oturmuştu.
“Beğendiniz mi burayı?” diye ortaya sordu. Gözleri Gökçen’deydi.
“Çok güzel bir yer Sinan Bey” diye yanıtladı Hande Hanım. Diğer öğretmenlerde onayladılar.
“İyi ki geldik hocam. Mis gibi yermiş vallahi” dedi Atilla Bey.
“Hele bir akşam olsun da ateşi yakalım. Siz o zaman görün. Gitarımı da getirdim. Şarkılar, türküler, oyunlar derken güzel eğleneceğiz.” Sinan Bey’in gözleri Gökçen’den ayrılmıyordu. Gökçen ise etrafını izleyerek gözlerini kaçırıyordu. Arkasından duyduğu ayak seslerine doğru döndüğünde Umut’un yanlarına geldiğini gördü. Otobüse bindiklerinden, hatta daha önce tuvaletten çıkarken merdivende gördüğünden beri onda bir değişiklik seziyordu ama ne olduğunu anlayamamıştı. Yürüyüşü mü değişmişti yoksa bakışlarında mı bir değişiklik vardı emin olamıyordu. Umut Gökçen’in gözlerinin içine mutlulukla bakıyordu. Bu bakış ona tanıdık gelmişti. Nereden hatırladığını düşünecekken Umut gözlerini Sinan Hoca’ya çevirdi. Biraz önce gözlerinden taşan sevincin yerini buz gibi bir bakış almıştı.
“Hocam bir dakika bakar mısınız?” diye sordu gözlerini onaylayan buz gibi bir sesle. Diğer öğretmenler pek oralı olmasa da Gökçen fark etmişti sesindeki değişikliği.
“Ne oldu Umut? Burada söyleyebilirsin” diye cevapladı Sinan Hoca.
“Burada olmaz hocam. Özel bir konu.” Çocuğu baştan aşağı süzdü.
“Peki geliyorum” diyerek elinde sandviçiyle ayağa kalktı. Öğretmen grubundan birkaç adım uzaklaştılar. “Ne oldu Umut sorun nedir?” diye sordu ağzında hala lokmasını çiğnerken. Umut bir süre o soğuk bakışlarıyla öğretmenini süzdü. Yemeğini çiğneyişini ve parmağıyla dişinin arasına sıkışan parçayı çıkarmaya çalışmasını izledi. “Söylesene evladım niye çağırdın beni buraya?” diye sıkılgan bir ifade ile tekrar sordu. Umut gözlerini öğretmeninden ayırdı. Uykudan yeni uyanmış biri gibi önce etrafına sonra biraz ötede oturan öğretmenlerine baktı. Tekrar Sinan Hoca’ya baktığında bakışlarında şaşkınlık vardı.
“Şey hocam. Şey diyecektim” diye geveledi önce.
“Ne diyecektin oğlum söyle hadi! Diktin beni buraya bir şey söylemiyorsun. Öyle bakıyorsun suratıma. Bir derdin mi var?”
“Tuvaletimizi nereye yapacağız diye soracaktım da” diyebildi en sonunda. Sinan Hoca güldü. Gülerken ağzından bir yemek parçası fırladı ama o bunu fark etmedi bile.
“Baştan söylesene evladım. Bunda utanacak ne var? Küçüğünü yapacaksan kendi çadırının arka tarafında görülmeyecek bir mesafeye gidip yap. Erkekler aynı tarafı kullansın kızlarda tam zıt tarafı” dedi hala gülerek.
“Tamam hocam arkadaşlara da söylerim” diyerek uzaklaştı Umut. Sinan Hoca gruba tekrar döndü.
“Sorun neymiş Sinan Bey?” diye sordu Gökçen. Konuşmak istemese de Umut’u merak etmişti.
“İhtiyacını nerede gidereceğini sordu. Yemekten sonra çocuklara anlatacaktım zaten.”
“Sahi hocam nasıl halledeceğiz o işi?” diye araya girdi Atilla Bey.
“Erkek öğrenciler kendi çadırlarının arka tarafına doğru gidecekler. Bizde kendi çadırımızın arka tarafına gideriz. Hanımlarda tam zıt tarafa çok uzaklaşmayacak şekilde ama kamptan da görünmeyecek bir mesafeye gidebilirler” diye durumu anlattı. Gökçen Umut’un ciddi bir sorunu olmadığına sevinmişti. Yine de kendini rahatsız eden o garip duygudan kurtulamamıştı. Başını sallayıp sandviçine döndü.
Öğleden sonra kamp kuralları, görev dağılımı, akşam yemeği hazırlanması, ateş yakılması gibi konularla zaman hızla geçti. Hem öğrencilerin hem de öğretmenlerin yüzü gülüyordu. Burada oldukları için hepsi de mutluydu.
Akşam olduğunda ateş yakılmış ve herkes etrafında toplanıp bir çember oluşturmuştu. Dolunayın ışığı altında bir süre birbirlerine hikâyeler anlattılar. Sonra Sinan Hoca kalkıp çadırına gitti. Çocuklar meraklı gözlerle onu izlediler. Hemen sonra elinde gitarıyla çadırından çıktığında öğrenciler Sinan Hocayı alkış ve ıslık yağmuruna tuttu. Sinan Hoca yüzünü Gökçen’e dönecek şekilde oturup eskilerden bir şarkı çalmaya başladı. Çocuklarda ona eşlik ediyordu. Umut Gökçen’in yanına oturmuştu. O da gözleri mutlulukla parlayarak şarkıya eşlik ediyordu. Sinan Hoca ile göz göze geldiklerinde gözlerindeki parıltı kayboldu. Neşeyle söylediği şarkıyı sesi giderek azalarak bıraktı. Sol eline aldığı bir dal parçasıyla sıkkın bir şekilde önündeki toprağı eşelemeye koyuldu. Sinan Hoca kendini şarkıya ve öğrencilerin tezahüratlarına kaptırdığından Umut’un bakışlarını fark etmedi. Ettiyse de umursamadı. Onun şu an tek ilgilendiği Gökçen’in yüzündeki mutluluktu.
Saat ilerlemiş, çoğu öğrencinin gözleri küçülmeye başlamıştı. İlk günün yorgunluğu ve bol temiz hava ile hepsinin de uykusu gelmişti.
“Evet çocuklar!” dedi gitarını bırakan Sinan Hoca. “Bu akşamlık bu kadar. Hepiniz yoruldunuz. Yarın güzel bir kahvaltı yapıp aşağıdaki göle kadar yürüyüş yapacağız. O yüzden uyuyup güzelce dinlenin. Buralarda gece serin olur ona göre giyinin. Herkese iyi geceler” diyerek ayağa kalktı. Ayağa kalkmaya çalışan Gökçen’e yardım etmek için elini uzattı.
“Yardım edeyim?” Gökçen istemese de nezaketen uzatılan eli tutup ayağa kalktı. Teşekkür etti ve çadırına doğru yürümek için arkasını döndü.
“Biraz daha kalmaz mısın? Gökyüzü açık ve yıldızları izlemek için güzel bir zaman” diyerek onu durdurdu.
“Teşekkür ederim Sinan Bey ama çok yoruldum. Belki yarın. Size iyi geceler” dedi ve yürümeye devam etti. Sinan Hoca’nın yüzüne mutsuz bir ifade yerleşti ve çadırlarına dağılan çocukları izlemeye koyuldu. Atilla Bey’in yanına yaklaştığını gördü.
“Ağzınıza sağlık hocam çok güzel çaldınız, söylediniz.”
“Rica ederim Atilla Bey. Hep birlikte söyledik.”
“Ben pek beceremem şarkı söylemeyi. O yüzden sadece dinledim. Uğraşsam da söyleyemeyeceğimi biliyorum. Yeteneğim yok ne yapalım.”
“Olsun Atilla Hocam. Siz söyleyin gitsin biz rahatsız olmayız” diye gülümsedi.
“Eğer olmuyorsa bazı konularda ısrarcı olmanın pek faydası olmaz hocam” diyerek Sinan Hoca’nın omzunun üstünden çadırına doğru yürümekte olan Gökçen’e küçük bir bakış atıp döndü. “Ben kötü sesimle grubun ahengini bozmak yerine sizi dinlemeyi tercih ederim. Ama çok güzel omlet yaparım! Yarın o iş bende” diyerek adamın omzuna elini koydu. “İyi geceler Sinan Hocam.”
“İyi geceler Atilla Hocam” dedi yüzündeki gülümseme yavaşça silinirken. Onun ne demek istediğini anlamıştı ve bunun pek hoşuna gittiği de söylenemezdi.
“İyi geceler Sinan Bey” dedi Osman Bey. “Siz yatmıyor musunuz daha?”
“Herkes yatsın ben de ateşi söndürüp yatacağım hocam” diye cevap verdi.
“Yardım ister misiniz?”
“Sağ olun hocam ben hallederim. Siz dinlenmenize bakın.”
“Peki madem öyle diyorsunuz. Hadi Allah rahatlık versin” diyerek o da çadırına doğru yürümeye başladı.
Atilla Bey çadırına giderken bir çocuğun çadırının önünde durmuş öylece hala yanmakta olan ateşe baktığını gördü. Çocuk onun yanına geldiğin fark etmemişti bile. Biraz daha yaklaştı.
“Umut? Ne oldu oğlum iyi misin?” Umut başını yavaşça adama doğru çevirdi. “Dalmış gitmişsin, bir derdin mi var?”
“İyiyim hocam bir sorun yok merak etmeyin.”
“O elindeki odunla ne yapıyorsun peki?” diye tekrar sordu. Çocuk sol elinde tuttuğu kalın oduna baktı.
“Çadırın yanında buldum da hocam. Sabah için lazım olur demiştim. Diğerlerinin yanına koyacaktım” diye cevap verdi Umut.
“Koy şuraya sabah götürürsün evladım uğraşma şimdi.”
“Tamam hocam öyle yaparım” diyerek elindeki odunu çadırının yanına bıraktı. “Size iyi geceler” dedi ve ateşe son bir kez bakıp çadırına girdi.
Herkes yavaşça çadırlarına çekildikten sonra kamp alanına derin bir sessizlik hakim oldu. Ayın gümüş ışığı altında ara sıra öten baykuşların sesi dışında başka bir şey duyulmuyordu. Huzursuzca kıpırdanan Gökçen’in gözleri aralandı. Mesanesi dolmuş ve onu uykusunun en güzel yerinde uyandırmıştı. Yanında uyuyan Hande Hanım’a baktı. Çok ses çıkarmamaya çalışarak uyku tulumun çıktı. O sırada dışarıdan bir fermuar açılma sesi duydu. Çadır kumaşının hışırtısı ve ardından da tekrar bir fermuar sesi geldi. Kendisi gibi bir başkasının daha kalktığını düşündü. Dizleri üstünde çadırının kapısına gelip fermuarı oldukça yavaşça yarıya kadar açtı. Kimin kalktığını görmeye çalıştı. Erkekler tarafında gri eşofmanlı birini gördü. Ay ışığında seçebildiği kadarıyla bu Sinan Hoca’ydı. Tam da sırasıydı diye iç geçirdi. Mesanesi iyice sıkıştırmaya başlamıştı ama Gökçen’in gecenin bu saatinde onunla karşılaşmaya hiç niyeti yoktu. Aralıktan gözleyip biraz daha bekledi. Sinan Hoca çadırının arka tarafına doğru yürüyüp gözden kaybolduğunda fermuarın geri kalanını da yavaşça açıp dışarı çıktı. O da el fenerini yakıp kendi çadırlarının arka tarafına doğru yürümeye başladı. Ne kadar yavaş basmaya çalışsa da ayaklarının altında çatırdayan dalların sesi gecenin sessizliğinde ona çok yüksekmiş gibi geliyordu. Biraz uzaklaştığında başka bir fermuar sesi duyduğunu sandı. Arkasını dönüp baktı ama bir şey göremedi. Belki Sinan Hoca geri dönmüştür diye düşündü. Uygun bir yere kadar gelip işini görmeye başladı. Oturduğu yerden kafasını kaldırıp ağaçların arasından görebildiği kadarıyla gökyüzüne baktı. Yıldızlar ay ışığının etkisiyle çok belirgin değildi ama yine de şehirde görebileceğinden çok daha fazlasını görebiliyordu. Uzaktan gelen tok bir ‘pat’ sesiyle irkildi. Kafasını çevirip bir şey görebilirim umuduyla dikkat kesildi ama sık ağaçların arasında bir şey görmesine imkân yoktu. Hemen yanı başından gelen başka bir ‘pat’ sesiyle ince bir çığlık atarak ayağa fırladı. Bir eliyle feneri sesin geldiği yere tutarken diğer eliyle de pijamasını çekmeye çalışıyordu. Sesin geldiği yerde kocaman bir kozalak vardı. Farkında olmadan tuttuğu nefesini verip kendi kendine güldü. Eğilip kozalağı eline aldı. Daha önce böylesine büyük bir kozalak görmemişti. Kendi kendine ‘O kadar korku romanı okursan olacağı bu işte’ diyerek güldü ve çadırına doğru yürümeye başladı. Çadırına girmeden önce erkek tarafına şöyle bir göz attı. Herhangi bir ses veya hareket yoktu. Aynı sessizlikle çadırına girip uykusuna kaldığı yerden devam etti.
Sabahın ilk ışıkları çadırın içini aydınlatmaya başlamıştı. Kuşlar neşeyle cıvıldıyor orman yavaşça canlanmaya başlıyordu. Hande Hanım’da uyanmış doğrulup geriniyordu.
“En son ne zaman böyle deliksiz ve huzurlu bir uyku uyuduğumu hatırlamıyorum Gökçen” dedi.
“Doğada ve bol oksijenle uyumanın en güzel yanı bu Hande Hocam” diyerek o da kalktı.
“Sen gece bir ara kalktın mı?”
“Evet hocam. İhtiyaç gidermek için kalkmıştım. Uyandırdım mı yoksa? O kadar da sessiz olmaya çalışmıştım” dedi gözlerinde mahcup bir ifadeyle.
“Yok yok uyandırmadın. O saatte kalkan çok oldu sanırım. Senden önce ve sonra da fermuar sesleri duydum ama uykuma engel olmadı merak etme.”
Gökçen çadırdan çıkıp gözlerini kapattı ve derin bir nefes çekti. Kollarını açıp gerindi. Serin sabah havası vücudunu tazelemişti. Birkaç çadırdan daha öğrenciler çıkmaya başlamıştı ama kamp alanının sessiz sakin havası henüz bozulmamıştı. Ta ki acı dolu bir çığlık duyulana kadar. Gökçen’in yüzündeki mutluluk ve huzur yerini aniden korkuya bırakmıştı. İnsanın duygularının böyle birden çok keskin şekilde değişmesi onu hep şaşırtmıştı. Dikkat kesilip sesin geldiği yöne bakmaya çalıştı. Artık daha çok çadır açılıyor, korku ve merak dolu gözlerle öğrenciler hızla dışarı çıkıyordu. Atilla ve Osman Bey’de hızla çadırlarından çıkıp etrafa baktılar. Çığlık ikinci kez duyuldu. Herkes başını erkek çadırlarının arka tarafına doğru çevirdi. Ses o taraftan gelmişti. Atilla Bey sesin geldiği yöne doğru koşmaya başladı.
“Osman Hocam siz burada öğrencilerle kalın. Sinan Hoca’ya da seslenin. Ben bir gidip bakayım” diyerek adımlarını hızlandırdı. Gökçen’de onun peşine takıldı. Erkek öğrencilerden bir grupta arkalarından koşmaya başladı.
“Çocuklar kamp alanından ayrılmayın!” diye seslendi onlara Gökçen.
“Hocam yardım edebileceğimiz bir şey vardır belki biz de gelelim” diye ısrar ettiler. Gökçen çocuklara baktı. İçlerinde Umut’un da olduğu bir grupla birlikte Atilla Bey’in arkasından gittiler.
Osman Bey koşarak Sinan Hoca’nın çadırına gitti. Kapısı kapalıydı ve içeriden ses gelmiyordu.
“Sinan Hocam! Sinan Hocam uyanın!” Bekledi ancak çadırdan ses gelmeyince fermuarı açıp içeri baktı. Sinan Hoca çadırında değildi. Telsizi de çantasının yanında duruyordu. Belki diğerini almıştır diye düşündü ancak diğerini akşam Gökçen ve Hande Hanım’a verdiklerini hatırladı. Arkasını dönüp akşam oturdukları alana baktı. Hande Hanım öğrencileri oraya topluyordu. Onların yanına gitti.
“Günaydın Hocam. Sinan Hoca’yı gördünüz mü?”
“Günaydın Osman Bey. Hayır görmedim. Biz de yeni uyanmıştık.” Dönüp çocuklara sordu ama onlarda görmediklerini söylediler. Zaten çoğu çığlık sesini duyduktan sonra çıkmıştı çadırlarından.
“Hocam ne oluyor?” diye sordu bir öğrenci.
“Merak etmeyin çocuklar. Arkadaşınız bir hayvan filan görmüş ve ondan korkmuş olabilir. Ya da en kötü ihtimal ayağını burkmuştur belki. Birazdan öğreniriz” diyerek onları teselli etmeye çalıştı. “Biz de ateş için hazırlık yapalım isterseniz” diye devam etti. Onları oyalayacak bir iş vererek dikkatlerini dağıtmak istiyordu. Bir yandan da gözleri etrafı tarıyor, Sinan Hoca’yı arıyordu.
Atilla Bey sesin geldiği yöne doğru koşarak ilerliyordu. Arkasından da Gökçen ve diğer öğrenciler geliyordu.
“Neredesin? Geliyoruz merak etme! İyi misin?” diye seslenerek çığlık atan kişiden cevap almayı umuyordu. Ağaçların arasındaki küçük, derin olmayan bir çukurluk alana yaklaştığında bir öğrencinin yere çökmüş, dizlerini göğsüne çekmiş titreyerek oturduğunu gördü. Koşarak yanına gitti ve o da diz çöktü.
“Halis oğlum ne oldu? İyi misin? Yaralandın mı?” Çocuğu omuzlarından tutup hızlıca üzerinde göz gezdirdi. Görünürde bir yarası yoktu. Ama gözleri hayalet görmüş gibi dehşetle açılmıştı. Nemli gözlerinde korku vardı. Gökçen ve diğerleri de onları görüp yanlarına koştular.
“Halis iyi misin canım?” diyerek o da çocuğun yanına diz çöktü. “Şoka girmiş sanırım. Gördüğü bir şeyden çok korkmuş olmalı” diyerek çocuğa sarıldı. “Tamam Halisciğim korkmana gerek yok. Biz buradayız ve güvendesin” Atilla Bey’in gözleri Gökçen’deydi. “Merak etmeyin hocam atlatacak. Biraz sakinleşmesi lazım sadece” dedi ve devam etti. “Ne oldu Halis? Ne gördüğünü söyleyebilir misin?” Halis’in hıçkırıkları ve titremesi azalmaya başlamıştı. “Bir hayvan mı gördün canım? Belki bir yılan görmüş olabilirsin ama merak etme bize zarar vermezler. Onlar da bizden korkup kaçıyor zaten.” Çocuk öğretmeninin kollarından biraz gerileyerek parmağıyla arkalarındaki çukuru gösterdi. Atilla Bey hemen ayağa kalkıp o tarafa doğru yürümeye başladı. Ölü bir hayvan gördü herhalde diye geçiriyordu içinden. Belki bir geyik olabilirdi. Dibini görene kadar çukura yaklaştığında yüzü kireç gibi bembeyaz kesildi. Ağzından tek bir cümle çıktı.
“Aman Allah’ım!” Başını ellerinin arasına alıp tekrarladı. “Aman Allah’ım!” Bu sefer daha yüksek sesle söylemişti. Öğrenciler de merakla çukura yaklaştılar. Atilla Bey onlara yaklaşmayın diyemeden çukurun başına gelmişler ve aşağıda yatan cesedi görmüşlerdi. Umut arkasını dönüp yan tarafa diz çöktü ve öğürerek kusmaya başladı. Kısa boylu ve gözlüklü olan Cem içlerinde en narin çocuktu. Cesedi görünce onun da yüzü bembeyaz oldu. Gözleri fal taşı gibi açıldı ve geri geri çukurdan uzaklaşırken ayağı bir dala takılıp düştü. Sanki düştüğünün bile farkında değilmiş gibi kalkıp kamp alanına doğru koşmaya başladı. Biri hariç diğer çocuklarda yere diz çökmüş korkuyla çukura bakıyorlardı.
“Ne oldu Atilla Hocam? Ne var orada?” diye seslendi Gökçen korku ve merakla. “Hakan! Buraya gelir misin?” diye Atilla Bey’in yanında ayakta duran öğrenciye seslendi. Hakan arkasını döndü. Gözlerinde bariz bir korku vardı. “Halis’i alıp kamp alanına dönün. Dikkatli olun” deyip ayağa kalktı ve çukurun başına yürüdü. Gördüğü manzara karşısında dili tutuldu. Kısık sesli tiz bir çığlık çıktı ağzından. Elini ağzına kapattı, gözleri dolmuştu. “Hocam” dedi. Bir an duraksadıktan sonra arkasını döndü ve diğer öğrencilere baktı. Tekrar Atilla Bey’e döndü. “Bu Sinan Bey mi?” diye sordu titreyen sesiyle. Yüzüstü yatan cesedin kıyafetlerinden tahmin etmişti bunu. Yine de yüzünü görüp emin olmak istiyordu.
“Bilmiyorum Gökçen. Onun kıyafetleri ama…” duraksadı. O olmasın diye dua ediyordu ama içten içe o olduğunu da biliyordu. “İnip bakacağım. Sen burada kal” dedi.
“Bende geleceğim hocam” diyerek yavaş ve dikkatli bir şekilde çukura inmeye başladılar. Kalan öğrenciler çukurun başına gelmiş meraklı ve korku dolu gözlerle aşağı inen öğretmenlerini izliyorlardı. Gökçen arkasını dönüp yukarıdan bekleyen öğrencilere baktı. Umut’un sağ eliyle midesini tutarak iki büklüm durduğunu gördü. Zavallı çocuk neler yaşamak zorunda kaldı diye düşündü ama dün akşam onu rahatsız eden duyguya yine kapıldı. Önüne dönüp inmeye devam etti.
Hande Hanım ve Osman Bey kamp alanında çocukları toplamış sayım yapmışlardı. Gidenlerle birlikte herkes buradaydı. Öğrencilerden kimsenin eksik olmamasına şükrettiler. Öğrencilere ateş yakıp kahvaltı için hazırlık yapmalarını, arkadaşlarının birazdan geleceğini söylemişlerdi. Onları sakin tutmak istiyorlardı ancak belli etmemeye çalışsalar da içlerinde büyük bir huzursuzluk vardı. Özellikle Hande Hanım tedirginliğini saklamakta pek başarılı olamıyordu.
“Gideli 20 dakika oldu Osman Bey. Şimdiye dönmüş olmaları gerekmez miydi?” diye sordu tedirgin bakışlarıyla.
“Merak etmeyin Hande Hanım birazdan gelirler” sözünü bitirdiği sırada çadırların arkasından koşarak bir çocuk geldi. Herkes o tarafa dönüp baktı. Cem yüzünde korku dolu bir ifadeyle nefes nefese kalmış şekilde önlerine geldi.
“Ne oldu Cem? Diğerleri nerede?” diye sordu Hande Hanım. Kadının tedirginliği daha da artmıştı. Ellerinin titremeye başladığını fark eden Osman Bey kadının omzuna dokunup izin istedi. Osman Bey Cem’in omuzlarına elini koydu. Çocuğun nefes alış verişi henüz düzelmemişti. Onu gören diğer çocuklar da uğraştıkları şeyleri bırakıp etraflarını sardı.
“Çocuklar birazcık açılın arkadaşınız nefes alsın!” diyerek daralan çemberi genişletmeye çalıştı. Çocuklar birazcık açılsalar da onu duymak için yine kapandılar. Osman Bey çocuğu şöyle bir süzdü ve bir yarası olmadığını görünce sevindi. “Ne oldu oğlum anlat hadi. Diğerleri nerede?”
“Ceset” diyebildi çocuk. Hızlı nefes alış verişleri arasında yanlış duyduklarını sandılar.
“Ceset mi? Ne cesedi evladım?” Osman Bey de artık korkmaya başlamıştı.
“Tuvaletimizi yaptığımız yerin biraz ilerisinde bir ceset gördük. Ben bakamadım ve korkup kaçtım hocam. Çok özür dilerim” diyerek ağlamaya başladı. Hande Hanım hemen yanına gelip çocuğa sarıldı.
“Şşş tamam canım tamam geçti. Sakin ol” diyerek telkinlerde bulunmaya çalıştı ama gözleri Osman Bey’e korkuyla bakıyordu.
Ceset kelimesini duyan öğrenciler arasında bir uğultu, panik ve bağrışma başladı. Kimisi çadırına koşarken kimisi ne yapacağını bilmez halde öylece kalakaldı. Osman Bey bağırıp herkesi sakin olmaya çağırıyor çocukları bir arada tutmaya çalışıyordu. Hakan da Halis ile birlikte kamp alanına girdiğinde bir kargaşanın ortasında kaldılar. Hakan soğukkanlı bir çocuktu ve Halis’i de Hande Hanım’ın yanına bırakıp Osman Bey’e yardım etmeye koştu. Bir süre sonra ağlayan ve korkan bir grup çocuğu ateşin etrafına oturtmayı başarmışlardı.
Atilla Bey önden inmiş Gökçen de hemen arkasından geliyordu. Atilla Bey cesede baktı. Kafasının arkasında bir göçük vardı. Yüzünü buruşturup boş midesinden ağzına gelen safrayı zorla bastırarak eğilip cesedin omzundan tuttu ve çevirdi. Gökçen küçük bir çığlık attı. Atilla Bey korkuyla gerileyip gerisin geri düştü. Yukarıdan bakan çocuklarda korku içinde onlara bakıyorlardı. Gökçen dönüp onlara baktı.
“Hemen kamp alanına dönün çocuklar! Arkadaşlarınızı panikletecek bir şey söylemeyin. Öğretmenlerinize yardımcı olun ve sakince bizi bekleyin” diye bağırdı. Onu duymamış gibi hala ayakta dikilip aşağı bakıyordu çocuklar.
“Hadi çocuklar!” diye bu sefer Atilla Bey biraz daha yüksek bir tonda bağırdı. Bunun üzerine çocuklar arkalarını dönüp koşar adım uzaklaştılar.
“Ne yapacağız Atilla Bey?” diye korku dolu gözlerle sordu Gökçen. Gözlerini cesetten ayıramadı. Bu kesinlikle Sinan Hoca’ydı. Ancak yüzü yerine et ve kandan oluşmuş bir pelte vardı şimdi. Tanınmayacak şekilde parçalanmış ve deforme olmuştu. Sol bacağı kırılmış ve dışa doğru normal olamayacak bir şekilde dönmüştü. Kasık bölgesinde büyükçe bir kan izi vardı. Göğsünde ve karnında kıyafeti yer yer parçalanmıştı ve açık yaraları görünüyordu. “Ayı mı saldırmış sizce?” diye tekrar sordu. Ortamın sessizliğini bozmak, Atilla Bey’den rahatlatıcı bir şeyler duymak istiyordu ancak o da girdiği şoktan henüz çıkamamıştı. Ağzına gelen safradan yüzü hala buruşuktu.
“Bilmiyorum Gökçen” diyebildi en sonunda. “Ayı veya kurt olabilir. Bunu ancak vahşi bir hayvan yapmış olabilir” diye devam etti.
“Seslerini duymaz mıydık hocam? Baksanıza…” içinde yoğun bir acıma ve üzüntü duygusuyla cesede baktı. Gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. “… bu kadar yara alırken bağırıp yardım isterdi. Hayvanın sesini de duyardık öyle değil mi?”
“Haklısın Gökçen ama inan ben de bilmiyorum. Sadece mantıklı bir açıklama getirmeye çalışıyorum o kadar.”
“Peki şimdi ne yapacağız?”
“Jandarmaya haber vermemiz gerek” diyerek cebinden telefonunu çıkardı. “Kahretsin! Çekmiyor ki!”
“Burada çekmiyor demişti Sinan Bey. Çeken bir yer bildiğini söylemişti. Sanırım Osman Bey’e anlatmıştı bunu.”
“Tamam o zaman kampa dönelim ve bir an önce jandarmaya haber verelim. Çocuklar panik yaptıysa yardıma ihtiyaçları olabilir acele edelim.”
“Onu ne yapacağız hocam? Öylece burada mı bırakacağız?”
“Kampa gidince bir örtü alıp gelirim ben, üzerini örterim merak etme.” Gökçen sırtındaki polar hırkayı çıkarıp Sinan Hoca’nın parçalanmış yüzüne örttü. Dikkatlice oradan çıkıp kampa doğru hızlı adımlarla ilerlemeye başladılar.
Kamp alanına geldiklerinde ilk baştaki kadar olmasa da hala ufak bir kargaşa vardı. Ağlayan çocuklar, onları sakinleştirmeye çalışan öğretmenlerin sesleri, onlara yardım etmeye çalışan daha soğukkanlı kalmayı başarmış birkaç öğrenci. Gökçen’i ve Atilla Bey’i gören diğer öğretmenler biraz olsun rahatladılar. Gökçen hemen öğrencilerin yanına koştu. Onları sakince bir araya toplayıp karşılarına geçerek sakinleştirici bir konuşma yapmaya başladı. Ortamın gürültüsü biraz olsun azalmıştı.
“Neler oluyor Atilla?” dedi Osman Bey. “Çocuklar ceset filan diyor nedir bu?” Atilla Bey’in yüzünden korku ve üzüntü ifadeleri geçiyordu. Nasıl söyleyeceğini bilemez şekilde sağına soluna bakındı. Sonra Osman Bey’e döndü.
“Korkunç bir şey olmuş hocam” dedi. “Sinan Hoca’nın cansız bedenini bulduk.” Bunu duyan Hande Hanım olduğu yere yığıldı.
“Ne diyorsun Atilla? Nasıl olur bu?”
“Bilmiyoruz hocam. Vahşi bir hayvanın saldırısına uğramış olabilir diye düşündük. Aklımıza başka mantıklı bir açıklama gelmedi.”
“Nerede o gidip bakmak istiyorum.”
“Hocam jandarmaya haber vermemiz gerekiyor ama telefonlar çekmiyor.” Osman Bey karamsarlıkla iç çekti.
“Sinan telefonun çektiği bir tepeyi bana tarif etmişti” diyerek o tarafa doğru döndüğünde yüzü düştü. “Kusura bakmayın. Daha dün konuşmuştuk onunla. Aklım almıyor, kabullenmesi çok zor bir durum.”
“Sorun değil hocam. Hepimiz aynı durumdayız. Ama acele etmeliyiz. Onu orada öylece bırakamayız. Başka hayvanlar gelip…” bir an duraksadı. Nasıl söyleyeceğini bulamadı. “…anladınız işte. Ona daha fazla zarar vermesinler.” Osman Bey tamam anlamında başını salladı.
“Ben şu tepeye gidip telefon edeceğim” dedi.
“Bende gidip onun üzerini örteceğim. Jandarma gelene kadar orada beklerim” diye ekledi Atilla Bey. “Hande Hanım iyi misiniz? Yas tutmayı sonraya bırakmalıyız. Şimdi çocukların yanında olmamız lazım.”
“Haklısınız” dedi gözleri kızarmış Hande Hanım. “Ben Gökçen’in yanına gidip ona yardımcı olurum. Siz de bir an önce jandarmaya haber verirsiniz” diyerek ayağa kalktı ve Gökçen’in yanına doğru yürümeye başladı. Yürürken gözlerini son bir kez silip duruşunu dikleştirerek kendine çeki düzen verdi. Osman Bey’de telefonunu kontrol edip gitmek için arkasını döndüğünde Atilla Bey seslendi.
“Hocam telsizin birini yanınıza alın. Ne olur ne olmaz” dedi.
“Tamam Atilla, alırım. En kısa sürede gelirim merak etmeyin.”
“Aman dikkatli olun hocam.” Osman Bey başıyla onaylayıp Sinan Hoca’nın çadırına doğru adımlarını hızlandırdı. Çadırı açıp içinden telsizi aldı. Çalıştığını kontrol ettikten sonra çadırdan çıktığında arkasında duran çocuğa az kalsın çarpıyordu.
“Ne oldu hocam? Nereye gidiyorsunuz?” diye sordu Umut.
“Jandarmaya haber vermemiz gerekiyor. Sinan Hoca dün bana telefonun çektiği yeri tarif etmişti. Oraya gidip telefon edeceğim.”
“Ben de sizinle geleyim hocam. Yalnız gitmeyin.” Önce gerek yok diyecekti ama gideceği tepe hem biraz uzak hem de yolu pek düzgün değildi. Bir noktadan sonra çıkamazsam Umut devam edebilir diye düşündü. Aslında çocuğu tehlikeye atmak istemiyordu ama bu durum biraz sıra dışıydı ve yardıma ihtiyacı olabilirdi. Üstelik kendisinden daha zinde bir çocuktu.
“Tamam gel benimle.”
“Tamam hocam. Gökçen öğretmenime sizinle gittiğimi haber verip geleyim.”
“Acele et. Ben yürümeye başlıyorum bana yetişirsin” dedi ve ilk gün geldikleri yola doğru yürümeye başladı.
Umut koşar adım ateşin yakıldığı alana gitti. Gökçen kollarını göğsünde kavuşturmuş çocuklarla konuşuyordu. Hırkasını cesedin yüzüne örttüğü için üşümüştü ama bunun farkında değil gibiydi. Umut’un kendisine doğru geldiğini gören Gökçen ona döndü. Bir haber verecekmiş gibi geliyordu ve Gökçen merakla on yaklaştı.
“Ne oldu Umut? Bir şey mi oldu?”
“Osman Hocamla birlikte şu tepeye gidiyoruz hocam” dedi. “Orada telefon çekiyormuş ve jandarmayı arayacağız. Size haber vermeye geldim. Bir şey olursa telsizin diğeri bizde.”
“Tamam Umutcuğum. Lütfen dikkat edin.” Gökçen’in bu sözü Umut’u mutlu etmişti. Öğretmeninin üşüdüğünü fark eden Umut üzerindeki kapüşonlu hırkasını çıkarıp ona uzattı.
“Hocam üşümüşsünüz. Bunu giyebilirsiniz.” Gökçen gerek yok demek istediyse de Umut hırkayı öğretmeninin sırtına koyup arkasını dönmüştü bile. Gökçen bir şey demeden hırkayı giydi ve çocukların yanına döndü. Onlara merak etmemelerini, jandarmanın kısa sürede burada olacağını söyledi.
Atilla Bey çadırından bir örtü alıp Gökçen ve Hande Hanım’ın yanına geldi.
“Ben gidiyorum arkadaşlar.” Elindeki örtüyü gösterdi. “Onun üzerini örtüp başka bir hayvan filan yaklaşmasın diye orada bekleyeceğim.
“Tamam hocam dikkatli olun.”
Umut koşarak Osman Bey’e yetişti. Bir süre konuşmadan yürüdüler. Osman Bey arkasını dönüp kısa bir bakış attığında kamptan oldukça uzaklaştıklarını gördü. Ormanın içinde bir yol bulamadıkları için tepeye doğru sık ağaçların arasından yürüyorlardı.
“Sinan Hoca’yı gördün mü sen?” diye sordu Umut’a.
“Evet” diyebildi Umut isteksizce ve kısık sesle.
“Çok mu kötüydü?”
“Yanına inmedik biz. Ama uzaktan gördüğüm kadarıyla çok kan vardı etrafta.” Osman Bey huzursuzca iç çekti.
“Bu hiç mantıklı gelmiyor oğlum.”
“Ne hocam?”
“Yani ne bir boğuşma sesi, ne bir bağrışma ne de bir hayvan sesi duyduk. Üstelik Sinan bu bölgeyi iyi biliyordu. Yoldan çok uzak olmadığımızı ve buralarda vahşi hayvanların olmadığını söylemişti.”
“Belki yolunu kaybetmiş aç bir hayvandır hocam, olamaz mı?”
“Belki ama karda kışta değiliz ki hayvanlar aç kalsın.” Umut yerde gördüğü bir sopayı almak için durdu. Osman Bey ne yapıyorsun der gibi baktı çocuğa.
“Karşımıza bir hayvan filan çıkarsa diye elimizde olsun” dedi sol eline aldığı sopayı havaya kaldırarak. Osman Bey etrafına şöyle bir bakıp yola devam etti. Bir süre daha konuşmadan ilerlediler. Tepenin dik ve kayalık yamacına yaklaşmışlardı.
“Toprak taraftan çıkmak zor olur Umut. Ayağımız kayabilir. Şu kayalık tarafta patika gibi bir yer var bak görüyor musun?” Eliyle bahsettiği yeri gösterdi. Umut başını salladı. “Oradan çıkabiliriz. Hem tutunacak yerimiz olur” diyerek öne düştü. Yol daralmıştı ve Osman Bey önde Umut arkada tepeyi tırmanmaya başladılar. “Ne işi varmış ki orada? Sabaha kadar bekleseymiş keşke” dedi. Aklı hala o konudaydı.
“Belki gece tuvaleti gelmiştir ve uyku sersemliği ile geleni fark etmemiştir.”
“Evet olabilir. Ama yine de kendini savunabilirdi. Yani ilk darbeyi aldıktan sonra bağırabilirdi değil mi?”
“Belki adam bağırmasına fırsat bırakmadan kafasına vurup bayıltmıştır onu.”
“Ne adamı oğlum?” dedi Osman Bey.
“Yani hayvan demek istemiştim. Dilim sürçtü” dedi ifadesiz ve donuk bir sesle. “Belki de hak etmişti başına geleni” diye devam etti.
“Ne diyorsun evladım? Böyle bir şeyi hocan hakkında nasıl söyleyebiliyorsun? O iyi bir öğretmen ve iyi bir insandı. Kimse böyle bir şeyi hak etmez!” Tüm olanların gerginliği ile sesi yüksek çıkmıştı Osman Bey’in. Evet öğrenciler bazen sorun yaşadıkları öğretmenleri hakkında sevimsiz şeyler söylerdi ama Umut iyi bir çocuktu ve Sinan Hoca da öğrencilerin sevdiği bir öğretmendi.
“Gökçen’i rahatsız ediyordu ama” dedi Umut.
“Gökçen’i mi?”
“Evet. O istemediği halde sürekli onun peşindeydi. Bakışları ve konuşmaları ile rahatsız ediyordu onu.”
“Nereden biliyorsun sen öyle olduğunu?” diye hışımla sordu. Umut’un ölen öğretmeni hakkında böyle konuşabilmesine hem şaşırmış hem de kızmıştı.
“Görüyordum. Haftalardır her gördüğümde aynı şeyleri yapıyordu. Buraya gelirken otobüste de yaptı. Akşam ateşin başında yine gözleriyle rahatsız ediyordu onu. Bence Gökçen böyle olduğuna sevinmiştir bile.”
“Ne diyorsun sen evladım! Bir öğretmen arkadaşımız, öğretmenin, her şeyden önemlisi bir insan hayatını kaybetti! Gökçen’in ne kadar üzüldüğünü gördük. O böyle bir şey düşünecek kadar kötü kalpli biri değildir!” Osman Bey Umut’un duygusuzca sarf ettiği sözlere çok kızmıştı. Yüzü kızarmış alnındaki damarlar belirginleşmişti. Durup arkasını döndü. Umut’un yüzünde üzüntü yoktu. Aksine keyifli görünüyordu. “Seni hiç böyle bilmezdim Umut” dedi hayal kırıklığıyla. “Öğretmenin hakkında nasıl böyle şeyler düşünebiliyorsun anlamıyorum. Olayın şokundan mı ne dediğini bilmiyorsun bilmiyorum ama hiç hoş değil.”
Yol biraz daha dikleşmişti artık. Osman Bey’in adımları yavaşlamıştı. Cebindeki telsizden önce bir cızırtı duyuldu. Sonra Gökçen’in sesi duyuldu.
“Osman Hocam duyuyor musunuz?”
“Evet Gökçen duyuyoruz. Bir şey mi oldu?” diye merakla sordu.
“Sadece merak ettik hocam. Jandarmayı arayabildiniz mi?” Cebinden telefonunu çıkarıp kontrol etti. Hala sinyal yoktu.
“Yok kızım hala sinyal alamıyoruz. Ama tepeye az kaldı birazdan ararız. Ben haber veririm.”
“Tamam hocam dikkatli olun.” Telsizi kemerine takıp yola devam etti. Beş dakika sonra telefonunu tekrar kontrol ettiğinde yüzünde bir sevinç belirdi.
“Hah! Bir diş çekiyor görünüyor!”
“Biraz daha çıkalım hocam düzgün konuşamayabiliriz” dedi Umut. Sol elinde tuttuğu sopayı daha sıkı kavrıyordu şimdi.
“Gerek yok” dedi duygusuz bir sesle çocuğa dönerek. Ona hala kızgın olduğu belliydi. Telefonundan 156 jandarma ihbar hattını tuşlayıp ara butonuna bastı. Umut gözlerini adama dikerek yaklaşmaya başladı. “Hay aksi!” dedi Osman Bey telefondaki sinyal yok sesini duyunca. Umut’un yüzünde hafif bir gülümseme belirdi.
“Söylemiştim hocam. Biraz daha çıkalım.” Osman Bey sıkıntıyla iç çekti ve arkasını dönüp tırmanmaya devam etti. Sık sık telefonunu çıkarıp kontrol ediyordu. Sinyal çubuklarından bir tanesi gelip tekrar kayboluyordu. Sağ tarafları artık daha da dikleşmişti. O tarafa pek bakmamaya çalışıyordu. Derken ayağı kaydı ve öne doğru kapaklandı. Avuç içlerine yerdeki taşlar batmış ve kanatmıştı.
“Aman hocam dikkat edin. İyi misiniz?” diye hocasının koluna girerek onu kaldırdı Umut.
“İyiyim iyiyim bir şeyim yok. Ayağım kaydı sadece.” Çocuktan destek alıp ayağa kalktı. Umut hocasının belinde duran telsize baktı. Düşmenin etkisiyle kenarı çatlamıştı.
“Hocam isterseniz telsizi ben taşıyayım” dedi eliyle çatlağı işaret ederek. Osman Bey belinden çıkarıp telsize baktı.
“Tüh! Bir şey olmamıştır inşallah” diyerek kontrol etti. Çalışıyordu. “Dikkat et bir zarar gelmesin” diyerek telsizi çocuğa uzattı. Cebinden telefonu çıkarıp onu da kontrol etti. Neyse ki ona bir şey olmamıştı. Ekranı açtığında yüzü aydınlandı. “İşte artık iki diş çekiyor!” diye sevinçle bağırdı. “Daha fazla çıkmamıza gerek kalmadı” diyerek telefondan 1, 5 ve 6’yı tuşladı. Eline çarpan sert bir cisimle telefon elinden uçup yanlarındaki dik yamaçtan aşağı düştü. Osman Bey acıyla önce uçan telefona sonra da feci şekilde sızlayan eline baktı. Sağ elinin üstünde bir yara açılmış kan damlıyordu. Sızlayan elinin bileğini tutup başını kaldırdı ve Umut’u karşısında soğukkanlılıkla kendisine bakarken gördü.
“Umut?” dedi korku ve şaşkınlık karışımı bir ifadeyle. “Ne yapıyorsun oğlum?” Umut hiçbir şey söylemeden sadece ona bakıyordu. Osman Bey Umut’un gözlerine baktı. Karşısındaki tanıdığı çocuk değildi. Gözlerinde başka birinin ruhunu görüyordu sanki. O an içine bir şüphe düştü. ‘Belki adam bağırmasına fırsat vermeden bayıltmıştır onu’ demişti. “Sen miydin?” diye sordu. Eli zonkluyordu ve çok acıyordu. Buna aldırmadan doğruldu ve tekrar sordu. “Bunu sen mi yaptın?”
“Hayatın benden aldıklarına karşı bir intikam diye düşünelim bunu” dedi gülümsemesini bozmadan.
“Ne intikamı, ne alması? Ne diyorsun sen Umut?” Çocuğun sözlerinden hiçbir şey anlamıyordu.
“Öyle güzel ki gülüşü” dedi gözleri parlayarak. “Saçlarımı okşadığında dünyalar benim olmuştu. Onun yanında ilk kez mutlu olduğumu hissetmiştim. Artık yaşama amacım vardı.” Sonra gözlerindeki parıltı vahşi bir kıvılcıma dönüştü. “Sonra o geldi ve mutluluğumuza göz dikti. Aramıza girip onu benden almaya kalktı!” Osman Bey çocuğun anlattıklarından tek kelime anlamamıştı.
“Kim kimi almaya kalktı oğlum? Hiçbir şey anlamıyorum anlattıklarından.”
“Gökçen’de gözü vardı. Sürekli onu rahatsız ediyordu. Ben de Gökçen’i onu rahatsız eden bu pislikten kurtardım.”
“Ne saçmalıyorsun Umut! Gökçen bir öğrencisiyle ilişki yaşayacak bir kız değil. O hepinizi seviyor ve hepinize aynı sevgiyle yaklaşıyor.”
“Yanılıyorsun Osman Hoca. Bana bakışını ve gülümseyişini görmedin sen. Ah, sanki bir melek gibiydi.” Osman Bey elini beline attı ama telsizi Umut’a verdiğini hatırlayınca çocuğun beline baktı. Elinin acısına aldırmayıp öne atıldı ve telsizi kavradı. Telsizin konuşma butonuna bastı ancak bir şey diyemeden Umut diziyle adamın karnına vurup onu geri itti. Adam iki büklüm yere diz çöktü. Nefesi kesilmişti. Kısa aralıklarla hırıltılı birkaç nefes aldıktan sonra yavaşça nefes alışverişi düzeldi ama göğsündeki ağrı dinmemişti. Telsiz cızırdadı.
“Osman Hocam?” Gökçen’in sesini duyan Umut’un gözleri parladı. “İyi misiniz?” diye endişeyle sordu. “Alo? Alo? Duyuyor musunuz beni?” Osman Bey kafasını zorlukla kaldırıp umutsuzca telsize baktı. Aldığı diz darbesinden yüzü morarmıştı.
“Bak gördün mü yaptığını?” dedi Umut üzgün bir ses tonuyla. “Onu boş yere endişelendirdin!”
“Bak oğlum…” konuşurken göğsüne bıçak saplanıyor gibi bir acı duydu. Zorlukla yutkunup devam etti. “Her ne düşünüyorsan yanılıyorsun. Bu yaptıkların çok anlamsız. Sen böyle bir çocuk değilsin biliyorum.”
“Hakkımda hiçbir şey bilmiyorsun.”
“Hayır biliyorum. Sen akıllı, nazik ve dürüst bir çocuksun. Belli ki bir sorunun var ve bunu birlikte halledebiliriz. Gel vazgeç bu davranışından.”
“Neler yaşadığımı bilmiyorsun Osman Hoca!” diye sesini yükseltti Umut.
“Yapma!” diye bağırırken elini yüzüne siper etti ancak Umut elindeki odunu tüm gücüyle savurup önünde diz çökmüş adamın şakağına geçirdi. Osman Bey arkaya düştüğünde gözleri karardı, kulaklarında derin bir uğultu başladı. Bilinci bulanık bir sis perdesinin arkasına geçiyordu şimdi. Sağ şakağından aşağı süzülen ılık kanı hissetti. Ağzına kanın bakırımsı tadı geldiğinde midesi bulandı. Kolunu bilinçsizce önce uzatıp çocuğu tutmaya çalıştı ama bir şey göremiyordu. Umut adamın yanına çömeldi. Dudaklarını adamın çınlayan kulaklarına yaklaştırdı.
“Onu boş yere endişelendirdin. Şimdi merak edip üzülecek ve ben onun üzülmesini istemiyorum.” Sesinde ne bir heyecan ne de bir korku emaresi vardı. Sadece derin bir huşu içindeydi. Ayağa kalktı. Adamı koltuk altlarından tutup kenara sürükledi. Adam yarı baygın umutsuzca ayaklarını çırpıyor onu tutan ellere vurmaya çalışıyordu ama çabaları sonuç vermedi. Yamacın kıyısına kadar sürüklediği adamı ayağı ile aşağı itti. Gözlerini kapadı, sürüklenme ve yuvarlanma seslerini dinledi. Ardından bir çarpma sesi ve çalı hışırtıları duydu. Gözlerini açtı. Aşağı baktığında adamın düştüğü yol boyunca kalkmış toz bulutunu gördü. Yamacın dibindeki çalılar cesedin uzun süre saklı kalması için yeterdi. Belinden telsizi çıkardı. Sesine korku ve panik havası verdi ve konuşma butonuna bastı.
“Hocam! Gökçen Hocam! Çok kötü bir şey oldu!”
Osman Bey yuvarlanırken yamaçtaki taşlar her tarafını kesmişti. Yoğun acı tüm bedenini sarmış, bu işkencenin bir an önce bitmesini istiyordu. Sonra bir çarpma sesi duydu. Belinden yukarı bütün sinirleri uyarıldı ve beyni tarifsiz bir acıyla uyuştu. Hemen sonra yumuşak bir şeylere çarptığını fark etti. Düşüşü yavaşlamış ve en sonunda durmuştu. Göz kapaklarını açmaya çalıştı ama her yer karanlıktı. Kollarını ve bacaklarını oynatamıyordu. Kafasındaki uğultu ve kulaklarındaki acı dolu çınlama arasında belli belirsiz bir ses duyuyordu. Birisi ona sesleniyordu sanki. Dudaklarını yaladı ve bir şeyler söyledi. Veya söylediğini sandı emin değildi. Gözlerini kapatıp kendini uykunun dayanılmaz çekiciliğine bırakmadan önce o sesi tekrar duydu.
“….yuyor musunuz? Acil durumunuz nedir? Alo? Bulunduğunuz yeri…”
Gökçen duyduklarına inanamamıştı. Bu nasıl bir kâbustu böyle? Umut’a sormadan önce çocuklardan uzaklaşmıştı. Çocuğun anlattıklarını dinlerken gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı. Sinirleri iyice bozulmuştu. Titremesini kontrol etmeye çalıştı ama başarılı olamadı. Hande Hanım çocukların yanındaydı ve onu panikletmek istemedi. En iyisi Atilla Hoca’nın yanına gidip durumu ona anlatmak diye düşündü.
“Hande Hocam!” diye seslendi. “Ben Atilla Hoca’nın yanına gidip bir bakayım. Yanına bir şey de almamıştı hem. Su ve yiyecek bir şeylerde götürürüm.”
“Tamam Gökçen dikkat et.”
Kenardan bir şişe su alıp yola koyuldu. Biraz önce zorlukla saklamayı başardığı gözyaşlarını artık bırakmıştı.
Atilla Bey cesedin üstünü örtüp çukurdan çıkmıştı. Oraya arkasını dönüp yere bağdaş kurmuş oturuyordu. Ayak sesleri ve ardından ağlama sesi duyunca hemen ayağa fırladı. Gelen Gökçen’di. Onun korkmuş yüzünü uzaktan gören Atilla Bey hızlı adımlarla Gökçen’e yaklaştı.
“Hayırdır Gökçen ne oldu?” Yine üzücü bir haber almak istemiyordu ama Gökçen’in gözleri tam tersini söylüyordu.
“Osman Hocam yamaçtan aşağı düşmüş” dedi hıçkırıklarını bastırmaya çalışarak.
“Ne? Nasıl olmuş? Kim söyledi?” korkuyla soruları ardı ardına sormuştu Atilla Bey.
“Umut onunla gitmişti.”
“O iyi mi peki?”
“Telsizde çok anlatamadı ama ona buraya geri gelmesini söyledim. Gelince öğreniriz neler olduğunu. Atilla Hocam nedir bu başımıza gelenler? Nerede yanlış yaptık? Önce Sinan Bey şimdi de Osman Hocam.” Gözleri boşluğa bakıyordu.
“Biz bir şey yapmadık Gökçen. Senin bir suçun yok. Talihsizlik sadece.” Atilla Bey’in sözleri Gökçen’i teselli etmeye yetmemişti. Tek istediği başka birine daha zarar gelmeden gitmekti. “Jandarmayı arayabilmişler mi?”
“Bilmiyorum hocam o kadar konuşmadık. Sağ salim gelsin de anlatır neler olduğunu.” Atilla Bey elini uzatıp Gökçen’den telsizi aldı.
“Alo Umut? Duyuyor musun?”
“Duyuyorum hocam.”
“İyi misin neredesin şimdi?”
“Geri dönüyorum hocam merak etmeyin ben iyiyim.”
“Tamam oğlum dikkatli ol. Gelince kimseye bir şey söylemeden benim gelmemi bekle tamam mı?”
“Tamam hocam.”
“Bu bende dursun Gökçen” dedi telsizi beline takarken. “Sen de biraz sakinleşmeye çalış olur mu?” Gökçenin omzuna elini koyup güven dolu bir ifadeyle baktı.
“Hocam ben burada bekleyim siz gidin isterseniz. Umut gelene kadar kampa yetişirsiniz.”
“Burada beklemek istediğine emin misin?” gözleri çukurun olduğu tarafa kaydı.
“Sorun yok hocam ben iyiyim. Şu kenarda biraz otururum. Bana iyi gelecektir.”
“Tamam kızım dikkatli ol. Bir hayvan gelirse diye şu sopayı yanında bulundur. Etrafta taş da var atabilirsin. Gerçi ben beklerken hiç hayvan filan gelmedi ama olsun tedbirli ol.” Atilla Bey başıyla işaret edip ayrıldı.
“Tamam hocam merak etmeyin” diyerek sırtını bir ağaca yaslayıp oturdu. Sabahtan beri olanları düşünüyordu. Şimdi saat neredeyse öğlen olmuştu ve birden susadığını ve acıktığını hissetti. Kurumuş dudaklarını yaladı. Atilla Bey için getirdiği suyu açıp yarısına kadar içti. Dizlerini göğsüne çekip ellerini Umut’un hırkasının içine çekip parmaklarıyla lastikli kol ağzını tuttu. Bu kadınların üzgünken yaptıkları bir hareketti ve Gökçen’de böyle yaparak rahatlayacağını düşünmüştü. Hırkanın sol kolunun ağzındaki lastikli kısım olması gerektiği gibi yumuşak gelmedi ona. Oradaki kırmızı lekeleri o zaman fark etti. Kurumuş bir sıvı o kısımları sertleştirmişti. Tırnağı ile biraz kazıdı ve pütürlü bir şeyler döküldü eline. Kurumuş kandı bu dökülen. Bir keresinde yemek yaparken elini kesmişti ve eşofmanına kan damlamıştı. O da ertesi gün böyle kurumuş ve kazıyınca dökülmüştü. Eskiden kalmadır diye düşündü ama rengi eski kan lekesi gibi solgun değildi. Koyu kırmızı renginden bunun eski olmadığı anlaşılıyordu. Sabah ormanda koşarken bir yerden bulaşmıştır diye düşünerek kafasına doluşan saçma düşünceleri kovmaya çalıştı. Ama çocuklar Sinan Hoca’nın cesedinin yanına inmemişti. Hem bu leke sabah olmuş olsa bu kadar kurumazdı. Bin bir türlü düşünce beynine hücum ediyor ama hiçbiri de akla mantığa uymuyordu. Ayağa kalkıp hırkayı çıkardı. Arkasına önüne iyice baktı ama başka leke göremedi. Hırkanın içine baktığında ise aynı renkte damlaları gördü. Tedirgin olmaya başlamıştı. Bunun anlamını bilmiyordu. Buna bir anlam da yüklemek istemiyordu zaten. En iyisi gelince Umut’a sormaktı. Hırkayı katlayıp yanına koydu. Hava artık ısınmıştı ve üşümüyordu. Bunu düşünmemeye çalışarak gözlerini kapattı ama aklına düşen kurt beynini kemirmeye başlamıştı bir kere.
Atilla Bey kampa vardığında ağaçların arasından gelen Umut’u gördü. Ona doğru hızla yürümeye başladı. Diğerleri duymadan önce neler olduğunu öğrenmek istiyordu. Umut olanları anlatmaya başladı.
“Tepeye yaklaştığımız sırada Osman Hocam telefonunu çıkarıp kontrol etti. Sinyal bir gelip bir gidiyordu. Eliyle telefonu havaya kaldırdı ve sağa sola dönerek yürümeyi sürdürdü. Bir an önce sinyal alabilmek için biraz aceleci davranıyordu. Gözü sürekli telefonda olduğundan adımını attığı yere dikkat etmedi. Benim ‘hocam dikkat edin ‘ dememe fırsat olmadan ayağı önündeki bir taşa takıldı ve dengesini kaybetti. Tutunacak bir yeri yoktu ve...” gözleri donuklaştı ve bir süre boşluğa baktı. “Koştum ama yetişemedim hocam. Özür dilerim. Onu kurtaramadım” dedi dudakları titrerken. Gözleri dolmuştu ve neredeyse ağlayacaktı. “Özür dilerim hocam” diyerek hocasına sarıldı.
“Tamam Umut geçti hepsi de. Senin suçun yoktu. Bu başımıza gelen büyük bir talihsizlik o kadar” dedi sakin bir tonla. “Keşke ben gitseydim oraya. Ne diye o yaşlı adamı gönderdik ki?” sarılmayı bırakıp geri çekilen Umut’a baktı. “Jandarmayı arayabildiniz mi bari?” diye sordu.
“Sanmıyorum hocam. Benim telefonum yanımda değildi ve Osman Hocanınki de onunla birlikte aşağı düştü.”
“Birinin o tepeye çıkıp telefon etmesi gerekiyor. Bu sefer ben gideceği” dedi kararlı bir sesle.
“Ben de geleyim hocam” dedi Umut hemen. “Yolu biliyorum.”
“Olmaz oğlum ben giderim. Başka kimseyi tehlikeye atamam.” Parmağıyla çocuğun elindeki telsizi gösterdi. “Telsizi Handan Hanım’a bırak.” Umut başıyla onayladı.
“Dikkat edin hocam” dedi.
“Sizi sürekli haberdar edeceğim merak etmeyin. Başka kimseye zarar gelmeden buradan gidelim”
“Gökçen hocam nerede?” diye meraklı gözlerle sordu.
“Cesedin orada bekliyor.”
“Yardıma gideyim hocam. Yalnız kalmasın.”
“Sende yoruldun oğlum. Başka bir arkadaşına söyle istersen.”
“Yok hocam iyiyim ben merak etmeyin.”
“Tamam ama sizde çok dikkatli olun. Sen yine de bir arkadaşını daha alıp git” dedi ve çocuğun cevap vermesini beklemeden Umut’un geldiği yola doğru koşmaya başladı. Umut telsizi kapalı konuma getirip beline taktı ve Gökçen’in beklediği yere doğru emin adımlarla yürümeye başladı.
Gökçen ayak sesleri duyduğunda irkilerek gözlerini açtı. Kısa süre için içi geçmiş olmalıydı. Yanında duran sopayı alarak hemen ayağa kalktı. Uzaktan onu gören Umut seslendi.
“Korkmayın hocam benim Umut” dedi. Gökçen’in içi nedense rahatlamamıştı. “Atilla hocam burada olduğunuzu söyledi. Yalnız kalmanız tehlikeli olabilir diye yardıma geldim.”
“Teşekkür ederim Umut” dedi çocuğu süzerek. Hem tanıdığı Umut’tu hem de değildi. Odasında konuştuğu Umut ile şimdi karşısında duran Umut arasında tam olarak anlayamadığı bir farklılık seziyordu. Özellikle gözleri farklıydı. Belki de tüm gün yaşadıklarından dolayı ona öyle geliyordu emin değildi. Ama çocuk oldukça sakin görünüyordu. Telsizde konuşan o korkmuş çocuk yoktu artık.
“Al biraz su iç. O kadar yol gittin geldin yoruldun” dedi elindeki şişeyi uzatarak.
“Teşekkür ederim hocam” dedi ve şişeye uzandı. Sol eliyle şişenin kapağını açıp bir dikişte yarısını içti. “İyi ki varsınız” dedi soluklandıktan sonra. Yüzünde mutlu bir ifade vardı.
“Rica ederim Umut” dedi Gökçen. “Sen sağ elini kullanmıyor muydun ben mi yanlış hatırlıyorum?” diye sordu. Öylesine sormuş gibi bir havayla sormuştu bunu. Umut önce sol elinde duran kapağa baktı sonra kafasını kaldırdı.
“Evet, ne oldu ki?”
“Önemli bir şey yok. Birkaç seferdir seni sol elini kullanırken gördüm de merak ettim. Öylesine dikkatimi çekti sadece. Sanırım biraz kafamı dağıtmak istedim.”
“Olsun hocam önemli değil. Haklısınız bugün çok yıprandınız” dedi. Umut’un sesi Gökçen’e aşırı sakin gelmişti. Soğukkanlı olarak görünen Hakan bile bu kadar sakin değildi.
“Evet sanırım. Bu arada sabah hırkanı verdiğin için teşekkür ederim.” Umut’un yüzünde mutluluk gördü. Bu olanlara hala anlam veremiyordu. Ortada doğru olmayan bir şey vardı ama ne olduğunu bulamıyordu. Hırkadaki lekeleri soracaktı ve o da bunların eskiden olduğunu söyleyecekti. Böylece Gökçen’in içi de rahatlayacaktı ve beynini kemiren kurttan kurtulacaktı. Eğilip yaslandığı ağacın yanından hırkayı aldı ve Umut’a uzattı.
“Yalnız şuraları lekelenmiş” diyerek kol ağzını ve içindeki kan lekelerini gösterdi. “Bendeyken mi oldu bilmiyorum. İstersen sana yıkayıp getireyim” dedi. Umut lekelere baktı. Sonra tedirgin bir yüzle Gökçen’e döndü. Hırkayı elinden hızla çekip üzerine giydi.
“Sorun değil hocam. Çok eskiden olmuştu onlar zaten” dedi gözlerini kaçırarak.
“Ama bana pek eskiymiş gibi gelmediler Umut. Sanki dün olmuşa benziyorlar.” Bir cevap bekleyerek gözlerini Umut’un mavi gözlerine dikti. Sonra bir süredir onu neyin rahatsız ettiğini, Umut’ta neyin farklı geldiğini anladı. En son odasında konuştuklarında Umut’un gözlerinin ela olduğunu hatırlıyordu. Acaba yanlış mı hatırlıyorum diyerek hafızasını yokladı ve hayır emindi. Belki de odası o kadar aydınlık olmadığı için öyle görmüştü. Şimdi ormanın yeşili ve gökyüzünün mavisi altında farklı görünüyor olabilirdi. Ama hayır emindi. Bu kadar belirgin bir renk farkı olamazdı. Belki de lens kullanıyordu. Umut’tan bir cevap bekleyerek gözlerine baktığında, aklını kemiren kurtçuğun etrafında bu düşünceler dolanıyordu. Belki bunlardan birine takılır da şu kurtçuktan kurtulurdu. Umut artık biraz önceki gibi sakin değildi. Daha sıkılgan görünüyor gözlerini kaçırıyordu. Evet seni dinliyorum der gibi başını hafifçe yana yatırıp ellerini göğsünde kavuşturdu.
“Hocam size söylemek, aslında göstermek istediğim bir şey var” dedi zorla Gökçen’in yüzüne bakarak.
“Dinliyorum Umut. Neler olduğunu anlat bana” dedi Gökçen meraklı gözlerle. Umut’un gözlerindeki sıkılgan ve tereddütlü ifade kaybolmuştu. Mavi gözlerinde keskin bir gülümseme vardı şimdi.
“Senin için yaptım” dedi çukurun olduğu tarafa gururla bakarak. Gökçen bu cevap karşısında afalladı.
“Ne yaptın sen Umut?”
“Bunun için özür dilerim Gökçen” dedi ve hızlı bir hamle ile kolunu Gökçen’in boynuna dolayıp diğer eliyle ağzını kapattı. Gökçen ne olduğunu anlamadan çırpınmaya başladı. Gözleri dehşetle açılmıştı. Yumruklarını arkaya doğru savuruyor, boynuna dolanan güçlü koldan kurtulmaya çalışıyordu. Ayakları çaresizce toprağı dövüyordu. Umut şimdi koluyla Gökçen’in boynunu daha güçlü sıkıyordu. Gökçen nefes almakta zorlanmaya başlamıştı. Panikle daha çok çırpındı ama gözleri kararmaya başlıyordu. Topuğuyla yere vurup ses çıkarmaya çalıştı ama ayakkabısı bir şeye takılıp ayağından fırladı. Vücuduna giren oksijen azaldıkça Gökçen’in hareketleri de yavaşladı. Göz kapakları daha fazla açık kalamayarak kapandı ve her yer karardı. Kol ve bacakları son kez dermansızca kalkıp indiler. Bilincini yitirmeden önce ayaklarının yerde süründüğünü hissetti. Sonra karanlığa teslim oldu.
Hande Hanım çocukların yanında beklerken bir yandan da Osman Bey’in gittiği yola bakıyordu. Umut tek başına dönmüştü ve Atilla Bey’de onunla kısa bir süre konuşup koşarak o yöne gitmişti. Bir terslik olduğunu anlamıştı ama bunu çocuklara yansıtmaması gerektiğini biliyordu. Gökçen’e sormak istedi ama o da cesedin yanına gitmişti. Bir öğrencinin sorusu ile dikkati dağıldı.
“Hocam neden bekliyoruz? Otobüsten indiğimiz yere gitsek daha iyi olmaz mı?” dedi öğrenci. Ardından kalabalıktan onu onaylayan bir uğultu yükseldi.
“Sakin olun çocuklar, lütfen” dedi Hande Hanım uğultuyu bastırmak için sesini yükselterek. “Diğer öğretmenleriniz de gelene kadar beklemeliyiz. Geldiklerinde göremezlerse bir de bizim için endişelenmesinler.”
“Burada birkaç kişi kalıp onları beklese ve geri kalanımız gitse olmaz mı?” diye sordu bir başkası.
“Olmaz çocuklar ayrılmamalıyız” diyerek tekrar çocuklara döndü. “Biliyorum korkuyorsunuz ama burada birlikte daha güvendeyiz. Biraz daha bekleyelim öğretmenleriniz gelmek üzeredir” diyerek sabırsızca bir Atilla Bey’in bir Gökçen’in olduğu tarafa baktı durdu.
Hafif rüzgâr yaprakları hışırdatıyordu. Sonra kulağına hoş bir melodi gibi kuş cıvıltıları gelmeye başladı. Kısa bir an sadece huzuru hissetti. Sonra orman zemininden gelen çıtırtıları duydu. Birisi konuşuyor ve yürüyordu. Bilinci yerine geldikçe etrafının daha çok farkına varmaya başlıyordu. Zorlukla göz kapaklarını kaldırdığında içeri yoğun bir ışık girdi. Puslu bir beyazlık dışında bir şey göremiyordu. Sonra gözleri ışığa alıştı ve görüntü yavaş yavaş netleşmeye başladı. Sırtı bir ağaca yaslı yerde oturuyordu. Hemen önünde bir sağa bir sola kendi kendine konuşarak yürüyen çocuğu gördü. O an neler olduğunu birden hatırladı. Umut’un boynunu sıktığı ve onu sürüklediği aklına gelince panikle kalkmaya çalıştı ancak başarılı olamadı. Elleri ve ayakları bağlıydı ve konuşamıyordu.
“Mmmhhh… mmpphhh…” sağa sola çırpınarak kurtulmaya çalıştı ama nafile bir çabaydı. Gökçen’in uyandığını gören Umut onun yanına gelip diz çöktü. Ellerini Gökçen’in omzuna koyup gözlerine baktı.
“Özür dilerim Gökçen. Böyle olsun istememiştim.” Gökçen irkilerek çırpınmaya devam edince omuzlarını daha sıkı tuttu. “Lütfen sakin ol sana zarar vermeyeceğim” dedi. Sesinden ve yüz ifadesinden doğru söylediği anlaşılıyordu ama yine de içi rahat değildi. Öğrencisi onu bayıltıp bağlamıştı ve muhtemelen öğretmenlerini öldüren de oydu. Aklı bunu bir türlü almıyordu. Umut iyi bir çocuktu. O böyle bir şey yapmazdı. Bırak bir insanı öldürmeyi herhangi bir kavgaya bile karıştığını duymamıştı. Onunla konuşmalıydı. Konuşup neler olduğunu öğrenmeliydi. Çırpınmayı bırakıp sakinleşti. Ağzını çözmesi için başı ve gözleriyle işaret etti.
“Bağırmanı istemiyorum Gökçen. Gerçi kamptan oldukça uzaklaştık muhtemelen seni duyamazlar ama yine de bağırmazsan sevinirim.” Gökçen başını tamam der gibi salladı. Umut eğilip eliyle Gökçenin ağzındaki bağı aşağı indirdi. Tişörtünü yırtıp baygınken Gökçen’in ağzına bağlamıştı. Gökçen derin bir nefes aldı. Eğer bağırırsa hemen müdahale etmek için pozisyonunu bir süre bozmadı Umut. Gökçen’in sakince durduğunu görünce karşısına oturdu.
“Neler oluyor Umut?” diye meraklı ama öfkeli bir tonda sordu. “Tüm bu olanlar ne anlama geliyor? Bunları sen mi yaptın?” Umut cevap vermeden ona bakıyordu. “Söylesene Umut öğretmenlerini sen mi öldürdün?” Son soruda sesi yükselmişti.
“Sinan’a üzüldün mü ki?” diye duygusuzca sordu Umut.
“Ne demek üzüldüm mü? Tabi ki üzüldüm! Nasıl böyle bir şey sorabilirsin?”
“Ama ben senin için yapmıştım bunu.”
“Ne? Ne diyorsun Umut? Ben meslektaşımın ölmesini neden isteyeyim? Bunu da nereden çıkardın?” diye sordu yüzünde öfke ve şaşkınlık ifadesi ile. Karşısında konuşan çocuk onun tanıdığı Umut değildi. Sanki içine bambaşka biri girmişti.
“Seni rahatsız ediyordu. İstemediğin halde sürekli etrafındaydı. Seni daha fazla üzmesine izin veremezdim.”
“Kimse beni rahatsız filan etmiyordu. Ayrıca bu seni neden ilgilendiriyor ki? Hem birisi beni rahatsız etse bile bunu konuşarak kendim halledebilirim. Bunun için öğretmenini öldürmüş olmana inanmıyorum! Sen benim tanıdığım Umut değilsin. Neden yaptın bunu bana doğruyu söyle!”
“Ben zaten Umut değilim” gözleri parlıyordu bunu söylerken. “Elimi tuttuğun ve saçlarımı okşadığın o günü hiç unutamıyorum biliyor musun? Hep o günü düşünüyorum. O kadar güzel gülümsemiştin ki, sımsıcaktı, içimi ısıtmıştı. Ne zaman o gülümsemeni tekrar görmek istesem o şerefsiz herif karşına çıkıp canını sıktı!” Gökçen afallamıştı. Öğrencilerine hiçbir zaman o şekilde yaklaşmamıştı, yaklaşmazdı da. Umut’un ne elini tutmuş ne de saçını okşamıştı.
“Umut ne diyorsun sen? Ben hiçbir öğrencime öyle davranmam. Senin elini tutup saçını filan okşamadım.” Bir an duraksadı. “Umut bana doğruyu söylemeni istiyorum. Uyuşturucu madde mi kullanıyorsun?” Aklına başka mantıklı bir açıklama gelmiyordu çünkü. Ancak madde etkisi altında biri böyle davranabilirdi. Umut bir kahkaha patlattı.
“Uyuşturucu mu? Bedenime zarar verecek bir şey asla yapmam. Ve aklım gayet başımda Gökçen.”
“Sen odama gelip kâbusları hakkında konuşan Umut değilsin. Ne oldu sana böyle? Nasıl bu kadar değiştin?”
“Sana Umut olmadığımı söylemiştim. Gözlerime bak. Ama daha dikkatle bak” diyerek oturduğu yerden doğruldu ve deniz mavisi gözlerini Gökçen’in gözlerine yaklaştırdı. Gökçen hala aklı karışık çocuğun gözlerine bakıyordu. O keskin mavi gözler birden renk değiştirdi ve ela oldular. Gökçen irkildi. Şimdi karşısında duran çocuğun yüz ifadesi o gün odasına konuşmak için gelen çocukla aynıydı.
“Umut?” dedi. Çocuk bilmediği bir yerde uykudan yeni uyanmış biri gibi boş boş önce Gökçen’e sonra etrafına baktı. Ağzını açıp bir şey diyecekti ama ela gözleri tekrar maviye döndü. Yüzündeki şaşkın ifade ise yerini biraz önceki kendinden emin ve korkusuz ifadeye bıraktı.
Atilla Bey orman içindeki yolu koşarak gelmiş ama daha fazla böyle devam edememişti. Nabzı yükselmiş ve yorulmuştu. Saat öğleni geçmiş ve güneş tam üstlerinden batıya doğru biraz daha kayarken ortalığı iyice ısıtmıştı. Ağaçlar seyrekleşmiş ve tepeye tırmanacağı taşlık yola gelmişti. Dikkatli adımlarla çıkmaya başladı. Bir yandan da Osman Bey’i görür müyüm diyerek yamaçtan aşağı bakıyor belki yaşıyordur diye ismini bağırıyordu. Telefonunu çıkarıp kontrol etti ve sinyal olmadığını gördü. Sık sık telefonuna bakarak çıkmaya devam etti. Telefonun sinyali gelip gitmeye başlayınca olay yerine yaklaşmış olabileceğini anladı. Telefonun ekranına bakarak yürürken ayağı bir şeye takıldı. Durup baktı ve bir sopaya çarptığını gördü. Güneşin ışınları sopanın ucunda parlıyordu. Eğilip baktığında henüz kurumamış kanı gördü. Etrafındaki yere daha dikkatli göz gezdirdiğinde yer yer birikmiş küçük kan birikintilerini fark etti.
“Bu ne şimdi?” diye sordu kendi kendine. Hemen telsizi açıp seslendi. “Hande Hanım duyuyor musunuz?” Bekledi ama cevap gelmedi. “Hande Hanım orada mısınız? Cevap verin.” Yine karşılık gelmedi. Ortada yanlış olan bir şey vardı. Kanlı sopa ve yerdeki kan birikintileri. Bunlar Umut’un anlattıkları ile uyuşmuyordu. Bir endişe dalgası içini kara bulutlar gibi kaplamaya başladı. Bir bardak suya düşen mürekkep damlası gibi bulanmıştı aklı. Telsizi bir kez daha denedi ama yine cevap gelmedi. “Kahretsin! Oğlum inşallah delice bir şey yapmamışsındır” diye söylendi ve telefonunu çıkardı. İki seviye çektiğini görünce hemen jandarmayı aradı. Bir yandan da yamaçtan aşağı dikkatlice bakıp Osman Bey’i görmeyi umuyordu.
“Jandarma ihbar hattı nasıl yardımcı olabilirim?”
“Alo acil bir durum bildirmek istiyorum.”
“Dinliyorum.” Atilla Bey olan biteni hızlıca anlattı. Telefondaki operatör telefonun konumunu bulmaya çalıştığını biraz beklemesini söyledi. Kısa bir bekleme süresinin ardından tekrar söze girdi. “Konumunuza çok yakın bir yerden yaklaşık bir saat önce bir çağrı geldi ama karşı taraftan cevap alamadık. Bir ekip bulunduğunuz yere yönlendirildi. Çok geçmeden size ulaşacaklardır. Lütfen olduğunuz yerden ayrılmayın.”
“Lütfen acele edin başka bir arkadaşımız daha tehlikede olabilir.”
“En kısa zamanda orada olacaklardır lütfen panik yapmayın ve yerinizden ayrılmayın.”
“Anladım teşekkür ederim” deyip telefonu kapattı. Şimdi işin en can sıkıcı kısmı başlıyordu, beklemek.
Masmavi gözlerini Gökçen’den ayırmadan bekledi. Yüzünde mutluluk vardı. Gökçen gördükleri karşısında uğradığı şoktan çıkamamıştı hala. Önce hayal gördüğüne kendini inandırmaya çalıştı ama her şey gerçekti. Gördüğü şeyin imkânsız olduğunu bilmesi ile kanlı canlı karşısında olması beyninde çarpışıyor, bildiği tüm gerçeklikleri çökertiyordu.
“Ama sen…” dedi. Dilinin ucuna geliyor ama söyleyemiyordu. Sanki dile getirirse kendini bu imkânsız gerçekliğe teslim edecekti. “Bu nasıl olabilir ki.”
“Doğumum esnasında ölüm tehlikesi atlatmışım biliyor musun” dedi geri çekilip tekrar yere otururken. “Doktorlar yaşamamın bir mucize olduğunu söylemişler. Sonra beni odada yatarken gördüğün gibi fiziksel bedenim düzgün gelişmedi. Annem babam buna çok üzülmüşlerdi. Annem kendini bana adadı. Sonra kardeşim Umut doğdu. Evimizin karamsar havası biraz olsun dağılmıştı. O da bebekken ve yardıma muhtaçken bir sorun yoktu. Ama o yürüyüp koşmaya, dışarıda oynamaya veya bisiklet sürmeye başlayınca bu durumdan rahatsız olmaya başladım. Benim sahip olamadığım her şeye o sahipti ve bu haksızlıktı.” Gökçen’in dili tutulmuş dinliyordu sadece. O mavi gözleri şimdi hatırlamıştı. Elini tutup başını okşadığı ve gülümsediği Ümit’in gözleriydi bunlar. Yine de mantıksızdı. O şimdi evinde, pencerenin önündeki yatakta yatıyordu. Umut’ta bir çeşit şizofreni ya da ona benzer bir psikolojik sorun olabilirdi. Evet evet akla en yatkın açıklama buydu. Umut çoklu kişilik bozukluğu gibi bir şey yaşıyordu. Bu düşünceye sımsıkı tutundu ve kendine geldi. Beyninde çarpışan düşünceler sabun köpüğü gibi patlayıp dağılmıştı şimdi.
“Bak Umut” dedi araya girerek. “Kardeşinin durumu seni küçüklüğünden beri üzmüş ve çok etkilemiş. Senin koşman, oyunlar oynaman ve onun bunları yapamamasından dolayı suçluluk duymuşsun ve bilinçaltın ikinci bir kişilik oluşturmuş. Kendini kardeşinin yerine koymuşsun. Bu duruma bir son verebiliriz. Uygun bir psikolojik destekle bundan kurtulabilirsin. Bu inandığın şey gerçek değil.” Umut veya şimdiki büründüğü kişilikle Ümit dudağının tek kenarını kaldırıp alaycı bir şekilde gülümsedi.
“Dinlemiyorsun beni. Bedensel özelliklerimi kullanamadım evet ama bu zihinsel olarak gelişmediğim anlamına gelmiyor. Bunu ilk yaptığımda on iki yaşındaydım. Umut beş yaşındaydı ve babam ona bisiklet almıştı. Pencereden sokakta babamın ona bisiklet sürmeyi öğretmesini izliyordum. Umut’un yüzünde tarifsiz bir mutluluk vardı. O kardeşimdi biliyordum ama yine de kıskandım. Hem de çok kıskandım. İçimde delice bir ateş yandı o gün. Ben neden böyleydim? Neden diğer çocuklar gibi çıkıp oynayamıyordum? Kardeşim orada mutluluktan uçarken ben bu işe yaramaz bedene hapsolmuştum. Annem ifadesiz yüzüme bakıp bana yemek yedirirken içimde kopan fırtınadan haberi yoktu. Tüm gün kardeşime olan kıskançlığım, sevgim ve öfkemle dolu bir duygu karmaşası içinde geçti. O gece rüyamda bisiklet sürdüğümü gördüm. Ama kendi bedenimde değil Umut’un bedeninde sürüyordum. Özgürlüğün tadını ilk kez o gece almıştım. Babam dışarı çıkıp gecenin bu vaktinde bisiklet mi sürülür deyip beni yatağıma götürmüştü. Sonra anladım o gece rüya görmediğimi. O zaman bu yaptığımın ne olduğunu bilmiyordum tabi. Sonradan yaptığım araştırmalarla bunun bedeni terk etme, astral seyahat, bilinç aktarma gibi birçok farklı isimde başka insanların da deneyimlediğini öğrendim. O günkü karmaşık duygu yoğunluğum beynimde bir yeri harekete geçirmiş, bir düğmeye basmış ve bana özgürlüğün kapılarını açmıştı. Umut uykuya daldıktan sonra onu yatakta yatarken gördüğümü hatırlıyorum. Ama ben fiziki bir beden içinde değil de bir hayalet gibi odada asılı duruyordum. Sonra çekildiğimi hissettim. Bir an kendimi dışarıdan gördüm ve gözlerimi açtığımda yine bedenimdeydim.” Durup biraz daha su içti. Gökçen fal taşı gibi açılmış gözlerle onu dinliyordu. Yüzündeki ifadeden söylediklerinin doğru olduğu anlaşılıyordu. Demek ki ikinci kişiliği uzun zamandır oradaydı ve kendisine mantıklı bir geçmiş uydurmuş ve ona sonuna kadar inanmıştı. Beden değiştirme diye bir şeyin saçmalık olduğunu biliyordu. Bu ancak okuduğu kitaplarda geçen hayal gücü kurgularda olurdu. Ümit Gökçen’in gözlerindeki ifadeden kendisine inanmadığını anlamıştı. “Bana inanmıyorsun değil mi?” diye sordu. “Anlattıklarım sana deli saçması geliyor şimdi ama inanacaksın. İnan bana inanacaksın.”
Annesi neredeyse iki gündür uykudan uyanmayan Ümit için çok endişelenmişti. Çocuk nefes alıyordu ancak bilinci yerinde değildi. On üç yaşından beri böyle uykuya daldığı ve uzun süre uyanmadığı çok olmuştu. Doktorlar bu duruma beyin gelişimindeki geriliğin sebep olabileceğini ve merak edilecek bir durum olmadığını söylemişlerdi. Ama her seferinde sonunda uyanırdı. Son zamanlarda bu durum sıklaşmış ancak bu kadar uzun süre uyanmadığı hiç olmamıştı. Bir terslik olduğunu seziyordu ve oğlunu hastaneye götürmek için ambulans çağırdı.
Gökçen hala inanmayan gözlerle bakıyordu. Bir şekilde onu ikna edip Umut’u uyandırmaya, ikinci kişiliğini bastırmaya çalışacaktı.
“Bu anlattıkların hayal ürünü şeyler Umut. Bilinçaltının sana oynadığı bir oyun. Kendini buna o kadar inandırmışsın ki gerçek sanman çok normal. Bunu düzeltebiliriz.”
“Düzeltmek mi? Bende düzeltilecek bir şey yok. Yani fiziksel olarak evet bedenimde düzeltilecek çok yer var ama o da imkânsız. Yıllardır bunu geliştirmek için çok çalıştım. Önceleri kısa sürelerde ve kısa mesafelerde gidebiliyordum. Artık kendi bedenimden kilometrelerce uzakta ve günlerce kalabiliyorum. Ah, bu özgürlüğün tadını çok seviyorum Gökçen! İstediğimi yapabiliyorum ve kimseye hesap vermem gerekmiyor.” Gökçen Umut’un odasına gelip anlattıklarını hatırladı. Kâbus gördüğünü söylemişti. Sanki onları gören benim ama aynı zamanda ben değilmişim gibi demişti. Öldürdüğü hayvanların ılık kanlarını elinde hissettiğinden bahsetmişti.
“Umut kâbuslarında istemediği halde hayvanları öldürdüğünü ve buna engel olamadığını anlatmıştı. O sen miydin?” Ümit’in gözleri zevkle parladı.
“Bak gördün mü? Bana inanacağını söylemiştim.” Oturduğu yerden ayağa kalkıp bacağını ovuşturdu. Gökçen’de onu görünce bacaklarının ve kalçasının uyuştuğunu fark etti. Kaç saattir baygındı ve buradaydı bilmiyordu. “Bir gece yine sokağa çıktım. Yıldızları izlemek, gecenin serin havasını yüzümde hissetmek çok güzeldi. Bisiklete binip sokaktan aşağı gitmeye başlamıştım. Çöp kutusunun yanından geçerken önüme bir kedi atladı ve beni korkuttu. Onun yüzünden çöplere çarpıp bisikletten düşmüştüm. Dizimi ve avuç içimi kanattım. O an kediye çok sinirlenmiştim. Özgürlüğüm için bu bedene ihtiyacım vardı ve ona bir zarar gelmesine izin veremezdim. Yerden kalktım ve kedi karşımda durmuş her an kaçacakmış gibi bana bakıyordu. Etrafıma bakındım ve çöp kutusunun yanında duran bir poşetten artık bir kemik buldum. Kediye uzatıp onu çağırdım. Koklayarak yanıma kadar geldi ve elimdeki kemiği aldığı sırada onu yakaladım. Elimde çırpınıp kollarımı pençelemeye başladı. Onu yere koyup ayağımla üzerine bastım. Kedi ciyaklayıp çırpınıyordu ama ben daha çok bastırdım. Gücün bende olduğunu göstermek istedim ona. Etrafıma bakındım ve kırık bir şişe parçası buldum. Hiç düşünmeden sapladım. Bana ve özgürlüğüme zarar verecek hiç kimseye izin veremezdim. Aslında gücün bende olması, kedinin çaresiz olması hoşuma gitmişti. Hayatının ellerimde olduğunu anlamış ve bana yalvarırcasına bakıyordu. Kendimi hiç o zamanki kadar güçlü hissetmemiştim.”
“Bu çok zalimce! Güçlü olmak başka bir canlıya zarar verebilmek değildir!”
“Sen nereden bileceksin ki!” Sesi ilk kez yüksek çıkmıştı. “Özür dilerim sana bağırmak istememiştim” dedi sesini alçaltarak. “Yaşadıklarımı bilmiyorsun. Gören herkesin bana acıyarak bakmasına, annemin benden utanmasına, gizli gizli geceleri ağlamasına katlanamıyordum. Bunları asla anlayamazsın. Ama sen öyle değildin. Bana sevgiyle baktın. O günü aklımdan çıkaramıyorum. Bana sevgi ve şefkatle bakan tek kişi sendin.”
“Annen böyle olmanı ister miydi sence? Bunları duysa üzülmez mi?”
“Önemi yok” dedi duygusuz bir tonla. Gökçen anlatılanları sindirmek için bir süre sessiz kaldı. Sonra oturduğu yerde kıpırdandı.
“Bacaklarım uyuştu ve susadım. Ayağa kalkmama yardım eder misin?”
“Ah ne kadar aptalım. Özür dilerim Gökçen” dedi ve kollarından tutup ayağa kalkmasına yardım etti. Ayaklarındaki bağı da çözdü. “Bir şey denemeye kalkmazsın umarım. Sana zarar verecek herhangi bir şey yapak istemiyorum çünkü.”
“Hayır Umut seni bırakmayacağım. Bunu halledeceğiz merak etme.” Ümit güldü.
“Hala şüphen mi var?” Gökçen cevap vermedi. Bacaklarını oynatarak uyuşukluğu açmaya çalışıyordu. Ellerindeki bağı da çözmesi için kollarını öne uzattı ama Ümit elindeki su şişesinin kapağını açıp birleşik duran ellerinin arasına koydu. Gökçen hayal kırıklığı ile baktı ama gerçekten susamıştı ve şişenin geri kalanını içip bitirdi.
“Peki şimdi ne olacak?” diye sordu elindeki şişeyi geri uzatırken. “Yani ne yapacağız? Burada böyle elim kolum bağlı beni ne kadar tutacaksın?”
“Seninle olduktan sonra fark etmez Gökçen. İstediğin yere gidebiliriz. Yeni bir hayata başlayabiliriz.”
“Benim burada bir işim ve bir hayatım var zaten Umut. Bu söylediğin şeyin olması imkânsız. Sen öğrencimsin.”
“Umut senin öğrencin. Ben yirmi dört yaşında gayet aklı başında biriyim.”
“Kendi bedenine döndüğünde ne olacak peki hiç düşündün mü?”
“Dönmeyeceğim.”
“Nasıl yani? Umut ne olacak? Onun hayatını mahvedeceksin.”
“Neden mahvolsun ki? Onun olamayacağı kadar cesur ve güçlüyüm. Benim sayemde hayatı daha güzel olacak.”
“Umut nerede şimdi. Sen onun bedenine girince o da seninkine mi dönüyor?”
“Hayır onun öyle bir gücü yok. O şimdi arkada uyuyor merak etme. Ona zarar vermiyorum.”
“Nereden biliyorsun zarar vermediğini? Ya geri dönülemez bir zarar veriyorsan ona? Ya hiç uyanmazsa?”
“Onunla konuşuyorum ve…” biraz duraksadı ve sonra devam etti. “…kendisi gayet iyi. Tatlı bir uyku uyuyor şimdi.” Yüzünde umarsız bir gülümseme vardı.
“Yapma bunu Ümit. Çok geç olmadan buna bir son ver.” Gökçen’in sesi titremeye başlamıştı. Ellerini yüzüne kapatıp çömeldi ve ağlamaya başladı. Ümit onu böyle görünce yüz ifadesi değişti. Bir erkek için âşık olduğu kadının ağlaması dayanılamazdı. Gökçen’in omuzlarından tutup o da karşısında çömeldi.
“Gökçen lütfen. Seni çok mutlu edeceğim inan bana.” Sesinde derin bir acıma ve sevgi vardı. “Ah!” diyerek gerisin geri düştü. Gökçen önüne eğdiği kafasını hızla kaldırmış Ümit’in burnuna kafasıyla vurmuştu. Kafasını taşa çarpmış gibi bir acı duysa da aldırmadı ve ayağa kalktı. Bir eliyle kanlar boşalan burnunu tutan Ümit oturduğu yerden kalkmaya çalıştı. “Bunu yapmamalıydın Gökçen!” dedi. Sesinde tehditkâr bir hava vardı şimdi.
“Yaklaşma bana!” diye bağırdı Gökçen. Ümit ayağa kalkarken biraz sendeledi. Yalpalayarak Gökçen’e yaklaşmaya başladı. Gökçen ufak adımlarla geriliyordu. Ümit Gökçen’in üzerine atıldığında Gökçen çocuğun apış arasına var gücüyle bir tekme savurdu. Ayağı hedefini bulmuştu. Çocuk uğuldayarak iki büklüm yere kapaklandı. Nefesi kesilmişti. Gökçen daha fazla vakit kaybetmeden arkasını dönüp koşmaya başladı. Bir ayağında ayakkabı olmadığı için yeterince hızlı gidemiyordu. Bir yandan da yardım isteyerek bağırıyordu. Kampın ne tarafta olduğunu kestiremiyordu ama şu an tek düşündüğü bir an önce uzaklaşmak ve bir yere saklanmaktı. Daha bir dakika geçmemişti arkasından isminin bağırıldığını duydu. Ayakkabısız ayağı budaklı bir dal parçasına basınca sendeleyip yüzüstü yere düştü. Elleri ve yüzü çizilmişti ama bunları umursayacak durumda değildi şimdi. İmdat diye bağırarak kalkıp koşmaya devam etti. Acıyan ayağıyla düzgün basamıyordu ama ilerlemeliydi.
“Gökçen!” Adını bağıran çocuğu duydu yine. Ses sanki daha yakından geliyordu artık. Gökçen koşmaya çalışırken bir yandan da gözleri saklanacak bir yer arıyordu. “Gökçen!” Ses şimdi daha da yakından gelmişti. “Kaçmayı bırak Gökçen! Gidecek bir yerin yok!” Gökçen yaklaşan sesle daha da paniklemiş, vücudundaki acıya aldırmadan tüm gücünü bacaklarına vermişti. Havayı yaran bir Fuv! Fuv! sesinin ardından ayak bileklerine çarpan sert bir cisimle yüzüstü düştü. Başını toprağın üstünden yürüyen kalınca bir ağaç köküne çarptığında bir anlığına gözleri karardı. Vücudundaki tüm sinirler acı sinyalleri yolluyordu. Ümit arkasından kalınca bir sopayı fırlatmış ve tam ayaklarından vurmuştu onu. Gökçen ayağa kalkmak istedi ancak ayak bileğindeki şiddetli ağrı buna izin vermedi. Düşmenin etkisiyle göğsünde ve kollarında da morluklar ve çizikler oluşmuş, vücudundaki diğer acı akımına bir de onlar katılmışlardı. Yaklaşan ayak seslerini duyup zorlukla sırtüstü döndü. Ümit’in çenesi ve hırkasının önü kan olmuştu. Kasıklarının ağrıdığı yürürken belli oluyordu. Yüz kasları acıyla kasılırken eğildi ve biraz önce fırlattığı sopayı eline aldı.
“Bunu kullanmakta gittikçe ustalaşıyorum biliyor musun?” dedi. Sesinden canının acıdığı anlaşılıyordu. Gökçen bağlı ellerini yüzüne doğru kaldırdı.
“Lütfen yapma Umut!”
Atilla Bey muhtemelen Osman Bey’in düştüğünü düşündüğü, ucu kanlı sopayı bulduğu yerde jandarma ekiplerini bekliyordu. Bir yandan belki görebilirim diye aşağıya bakıyordu ama sık çalılıklar yamacın dibini görmesine izin vermiyordu. Sürekli telefonunu çıkarıp bakıyor ancak dakikalar isteksizce ve zorla akıyordu sanki. Beklerken okul müdürünü arayıp detaylara girmeden durumu haber verdi. Müdürün korkudan titreyen sesiyle esip gürlemesini bir süre dinledi. Nihayet uzaktan jandarma aracının siren sesini duyduğunda içi rahatladı. Telefonu kapatıp taşlık yoldan gerisin geri inmeye başladı. Telefonu çaldı.
“Alo?”
“Ben Yüzbaşı Gökhan. Atilla Bey siz misiniz?”
“Evet komutanım.”
“Tamam olduğunuz yerde bekleyin konumunuza doğru geliyoruz.”
“Anladım komutanım, bekliyorum.”
Yaklaşık on dakika sonra ekiplerin ve bir köpeğin sesini duydu. Yoldan aşağı doğru yerini belli etmek için bağırdı. Bir dakika sonra en önde bir kurt köpeği ve onun tasmasını tutan bir er taşlık yolun başında göründü. Arakasından dört er ve komutanları olduğunu tahmin ettiği adam hızlı adımlarla geldiler.
“Çok şükür geldiniz komutanı m” dedi Atilla Bey heyecanla.
“Telefonda anlattığınız olayı tekrar anlatır mısınız lütfen?” diye hemen konuya girdi komutan. Atilla Bey dünden beri olanları anlatmaya başladı. Bu sırada köpek yeri koklayarak kan birikintisi olan yere gelince havlamaya başladı.
“Komutanım burada kan var!” dedi köpeği tutan er.
“Evet ben de buraya çıkınca gördüm onu. Bir de şuradaki sopanın ucunda da kan gördüm” diye sopayı gösterdi Atilla Bey.
Komutan eldivenli eliyle sopayı inceledi.
“Bunu burada mı buldunuz?”
“Evet. Umut’un tarif ettiği yer burasıydı ve bende telefon etmek için ve Osman Bey’in düştüğü yeri acaba görür müyüm diye çıktığımda buldum onu.”
“Anlattığınıza göre şu Umut dediğiniz çocuk hocasının ayağının kayıp düştüğünü söylemişti.”
“Evet öyle anlattı. Bende bunları görünce şaşırdım zaten. Burada doğru olmayan bir şeyler var.”
“Araştırıp anlarız işin doğrusunu merak etmeyin. Bu Umut nerede şimdi?”
“Aşağıda kamp alanında diğerleri ile birlikte.”
“Tamam oraya gidelim öyleyse” diyerek arkada bekleyen iki ere döndü. “Metin sen araca dön ve aşağıyı araştırmaları için ekibi çağır. Sonra da dronla bizi takip et.” Gözleri diğerine döndü. “Sen de inceleme ekipleri gelene kadar buradan ayrılma. Biz de kamp alanına gidiyoruz.”
“Emredersiniz komutanım!”
Metin araca doğru koşmaya başladığında Atilla Bey de yolu göstermek için önlerine geçti ve kamp alanına doğru yürümeye başladılar. Komutan olayları bir daha anlatmasını istedi. Hiçbir detayı atlamaması çok önemliydi. Atilla Bey de her şeyi bildiği kadarıyla tekrar anlattı. Kampa yaklaştıklarında tepelerinde biz vızıltı duydular. Gökhan komutan başını kaldırıp telsizin ucuyla işaret verip devam etti.
Kampa geldiklerinde en çok Hande Hanım sevinmişti. Çocukların yüzlerindeki korku da biraz olsun silinmişti. Komutan cesedi bulan ve olaylara dahil olan herkesle konuşmak istiyordu.
“Umut nerede, burada mı?” diye sordu kalabalığa.
“Su götürmek ve kontrol etmek için Gökçen’in yanına gitmişti” dedi Hande Hanım. “Gökçen de başka bir hayvan gelip zarar vermesin diye Sinan Bey’in yanında bekliyordu” diye açıkladı. Ceset diyememişti. Ölü bedeni görmediği için hala Sinan Bey diyordu.
“Siz gidip cesedi kontrol edin” dedi köpeği tutan ve onun yanındaki ere. Erler başlarıyla selam verip döndüler. Atilla Bey onlara yol göstermek için yanlarında gitti. Komutan telsizle Metin’e gidenleri takip etmesini söyledi. Dron, en önde Atilla Bey’in olduğu üç kişiyi takip etmek için üstlerinden ayrıldı. Komutan da sabah cesedi ilk bulan çocukla konuşmak için onun yanına gitti.
Atilla Bey yol boyunca nasıl böyle talihsiz bir durumda kaldıklarını bir türlü anlamadığını anlatıyordu ama erler cevap vermeden adamı takip ettiler.
“Gökçen! Umut! Biz geliyoruz! Jandarma geldi sonunda!” diye bağırarak Sinan Hoca’nın cesedinin olduğu çukurluk alana yaklaştılar. Ortada kimse yoktu ve cesedin başına birkaç kuş tünemiş örtünün üzerinden kafasını gagalıyordu. Yerden bir kozalak alıp o tarafa atarak kuşları korkutup kaçırdı. “Gökçen! Umut!” diye bağırmayı sürdürdü ama bir cevap alamadı. Erlerden biri çukurun yakınındaki bir ağacın yanında ayakkabı teki gördü.
“Bu sizden birine mi ait Atilla Bey?” diye sordu.
“Evet bu Gökçen’in ayakkabısı!” diye öne atıldı Atilla Bey. “Eyvah galiba Umut ona da bir şey yapacak! Şüphelenmiştim ama konduramamıştım. Gökçen’e zarar vermeden onları bulmalıyız. Ne olur çabuk olun!” diye yalvardı yanındaki erlere. Köpek etrafı koklamaya başladığında diğer er telsizle komutanına durum hakkında bilgi verdi.
“Komutanım şahıslar olay yerinde değiller. Bir tane ayakkabı teki bulduk ve Gökçen Hanım’ın olduğunu söylüyor.”
“Anlaşıldı, köpeğe ayakkabıyı koklatıp aramaya başlayın” diye emir verdi Gökhan Komutan. Ardından dronu kullanan erle konuştu. “Metin hemen alanı taramaya başla. Helikopter desteği de isteyeceğiz. Acele edin!” Emri alan asker tüfeğinin ucuyla ayakkabıyı alıp köpeğin burnuna tuttu. Köpek bir süre ayakkabının sağını, solunu ve içini kokladıktan sonra havlayarak koşmaya başladı. Diğerleri de arkasından koşmaya başladılar.
“Siz burada kalın tehlikeli olabilir!” dedi er Atilla Bey’e.
“Orada bir arkadaşım ve bir öğrencim var. Ben de sizinle geleceğim!” diyerek itiraz etti.
“Arkamızda kalın ve müdahale etmeyin!” diyen er önde, Atilla Bey ise en arkada köpeğin arkasından koşmaya devam ettiler.
“Lütfen yapma Ümit!” dedi Gökçen ellerini yüzüne siper ederek. “Sen böyle biri değilsin. Umut! Umut oradaysan beni duy ve kendine gel! Lütfen!” diye bağırdı ama elindeki sopayla sendeleyerek yaklaşan çocuğun mavi gözlerindeki keskin bakış değişmemişti.
“Merak etme Gökçen. Birlikte çok mutlu olacağız” dedi ve sopayı havaya kaldırdı. Birden duyduğu bir vızıltı sesiyle kafasını arkaya çevirdi. Gökçen’de elini yüzünden indirip sesin nereden geldiğini görmek için yukarı baktı. Siyah bir gölge gördü ağaçların arasında. Ümit’te yukarı bakıp aynı siyah gölgeyi gördü. Gölge üstlerinde sabit durup alçalmaya başladı.
“İmdat! Yardım edin lütfen!” diye bağırmaya başladı Gökçen. Ümit önce üstlerindeki drona sonra bağıran kadına baktı. Sopayla Gökçen’in şakağına vurup koşmaya başladı. Gökçen elini siper etse de darbeden kurtulamadı. Gözleri karardı ve başına şiddetli bir ağrı saplandı. Alnından akan kanı hissetti ama bağıracak veya ayağa kalkacak gücü kendinde bulamadı.
“Umut” diyebildi koşarak uzaklaşan çocuğun arkasından. Sesi kendisinin bile duyamayacağı kadar cılız çıkmıştı. Gözleri kapandı ve her yer onun için ikinci kez karardı.
Köpek havlayarak önde koşuyor, arkasındaki er tasmayı sıkıca tutmuş ona ayak uydurmaya çalışıyordu. Hemen arkalarından diğer er ve Atilla Bey koşuyordu. Erin telsizi cızırdadı.
“Şahısları buldum konum gönderiyorum!”
“Anlaşıldı Metin” diye cevap verdikten sonra cebindeki telefona benzer aleti çıkardı. Bulundukları konuma çok yakın bir yeri gösteriyordu. Atilla Bey yüksek sesle tekrar bağırmaya başladı.
“Gökçen!”
Uzaklardan belli belirsiz bir köpek havlaması geliyordu kulağına. Kafasının içindeki uğultu ve zonklama arasında bir de ismini duyar gibi oldu. Çok tanıdık bir sesti bu. Bilinci yavaşça gelmeye başladığında orman zemininde yatıyordu. Alnından akan kan kurumuştu. Doğrulmaya çalıştı ama başı dönünce vaz geçti. Bir süre daha uzansa iyi olacaktı. Artık köpek havlaması ve Atilla Bey’in sesi daha yakından geliyordu.
“Buradayım!” dedi ama sesi güçlü çıkmamıştı. Tekrar bağırmak için gücünü toplarken köpek ve arkasından onu tutan er geldiler.
“Kadını bulduk!” dedi telsizden komutanına haber veren er. Atilla Bey koşarak Gökçen’in yanına diz çöktü.
“Gökçen! İyi misin?” Onun doğrulmasına yardım etti. “Ne oldu sana?” korkulu gözlerle Gökçen’e ve alnındaki yaraya bakıyordu.
“Umut?” dedi Gökçen zorlukla yutkunarak. “Umut nerede? Onun bir suçu yok. Bunları yapan Ümit” dedi. Atilla Bey onun ne dediğini anlamamıştı.
O sırada elindeki takip cihazına bakan er dronun hareket ettiğini gördü. Arkadaşına bakarak Umut’un kaçtığı tarafı işaret edip koşmasını söyledi. Çantasından küçük bir ilk yardım seti çıkarıp Atilla Bey’e verdi.
“Yarasını temizleyin ve burada bekleyin!” diyerek takip cihazına bakarak o da arkadaşının arkasından koşmaya devam etti.
“Bunu sana Umut mu yaptı? Nerede şimdi o? Ümit de kim?” diye sordu ilk yardım çantasını açarken.
“Umut’a yardım etmeliyiz. Ona zarar vermesinler.”
“Sen şimdi onu düşünme. Önce şu yaranı temizleyelim sonra anlatırsın ne olduğunu” dedi ve alnındaki yarayı temizlemeye koyuldu.
Ümit’in kasığındaki ağrı azalmıştı ve vücuduna pompalanan adrenalin sayesinde hızla koşuyordu ama üstündeki dron hala onu takip ediyordu. Uzaktan köpek havlaması duydu. Burada orman biraz seyrekti ve ormanın daha sık olduğu sağ tarafındaki alana doğru koşarsa dron onu artık göremezdi. İkindi güneşi iyice alçalmış ve orman artık kararmaya başlamıştı. Aniden o tarafa döndü ve dron da takibi sürdürdü. Köpeğin havlaması artık daha yakınından geliyordu. Ümit ormanın sık yerine gelmeyi başarmıştı ancak arkasından koşarak gelen askerlerinde görüş alanındaydı artık. Askerler durması için bağırdılar ama o durmadan koşmaya devam etti. Er durması için iki kez daha ihtar ettikten sonra tüfeğini havaya doğrulttu ve bir el ateş etti. Çocuk durmadan koşmaya devam etti. Er silahını ona doğrulttu. Koşu yolundaki bir ağaca nişan alarak ateş etti. Ağacın gövdesinden kıymıklar parçalanıp çocuğun üzerine sıçrayınca irkilip dengesini kaybetti ve ayağı takılıp düştü. Yerde birkaç kez takla attıktan sonra sırtüstü yatıp kaldı. Ayağa kalkmak istediğinde tam yüzünün önünde dişlerini göstererek hırlayıp havlayan bir köpek belirince korkudan olduğu yerde kaldı.
“Kıpırdama!” diye bağırdı köpeğin tasmasını sıkıca tutan er.
“Yerde kal!” dedi arkasından koşan diğer er. Silahını çocuğa doğrultmuştu. “Yavaşça yüzüstü dön ve ellerini başının arkasına koy!” dedi yüksek sesle. Yerde yatan çocuğun yüzünde dehşet vardı.
“Ne oluyor? Ben bir şey yapmadım lütfen durun!” dedi çocuk korkudan titreyen sesiyle. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı.
“Eller başının arkasına!” diye emri tekrarladı silahı doğrultan er. Çocuğun anlattıklarını dinlemiyordu. Çocuk şaşkın bakışlarla bir köpeğe bir kendine doğrultulan silaha bakıyordu. Silahı omzuna atan er çocuğun kolundan kavrayıp onu yüzüstü çevirdi. Diğer kolunu da kavrayıp palaskasından çıkardığı kelepçeyi bileklerine geçirdi.
“Adın ne senin!” diye sertçe sordu.
“U.. Umut” dedi çocuk kekeleyerek. Er telsizle komutanına çocuğu yakaladıklarını söyledi. Omzundan tutup çocuğu ayağa kaldırdı. Köpeği tutan er önde diğer er arkada Umut’u aralarına alıp kampa doğru yürümeye başladılar. Çocuk sürekli neler olduğunu soruyor kendisinin bir şey yapmadığını söylüyordu. Er çocuğa sessiz olmasını ve yürümesini söylemekten başka bir şey yapmadı.
Atilla Bey Gökçen’in yarasını temizlemiş alnındaki yarayı kapatmıştı. Derken iki el silah sesi duydular.
“Umut!” dedi Gökçen. Atilla Bey de ayağa fırlayıp o tarafa baktı.
“Merak etme ona bir şey olmamıştır. Muhtemelen uyarı ateşi yapmışlardır” diyerek onu sakinleştirmeye çalıştı. “Bunu neden yapmış Umut?” diye üzgün bir ses tonuyla sordu Gökçen’e. “Umut iyi bir çocuktu. Böyle bir şeyi nasıl yapar anlamıyorum.”
“Bunları yapan Umut değildi” dedi Gökçen.
“Nasıl yani?”
“Bunu nasıl anlatacağımı bilmiyorum hocam. Ama Umut masum ve yardıma ihtiyacı var.”
“Masumluğunu bilmiyorum ama evet gerçekten de yardıma ihtiyacı var.”
Bir süre konuşmadan oturdular. Ayak seslerini duyunca ikisi de ayağa kalktı. Askerler aralarında Umut ile birlikte geliyorlardı. Gökçen onlara doğru koştu. Atilla Bey onu tutmak istedi ama tutamadı. Arkadan gelen er hemen yana geçerek Gökçen ile çocuğun arasına geçti.
“Durun yaklaşmayın!” dedi askerlere has o sert tavırla.
“Bırakın onu. O masum! O daha çocuk!”
“İşimizi zorlaştırmayın hanımefendi! Lütfen uzak durun!” Erin çekilmeye niyeti yoktu. Gökçen çocuğa baktı.
“İyi misin Umut?” diye sordu çocuğun korku dolu ela gözlerine bakarak.
“Hocam ne oluyor? Yine korkunç bir rüyadaydım. Uyanmak istedim ama uyanamadım. Ne oldu bana?” diye sordu. Gözleri ona cevap vermesi için yalvarıyordu.
“Merak etme Umut iyi olacaksın” diyebildi sadece. Atilla Bey çocuğa öfke ve acıma duygusuyla karışık baktı ama bir şey söylemedi. Askerlerin yanında kampa doğru yürümeye başladılar.
Kampa döndüklerinde saat beşe yaklaşıyordu. Komutan telsizle konuşuyordu ve onları gördüğünde konuşmasını bitirip bekledi. Hande Hanım da onları görmüş koşarak yanlarına gelmişti.
“Gökçen! Bu ne hal! İyi misin?” diye şaşkınlıkla sordu.
“İyiyim Hande Hocam merak etmeyin.” Hande Hanım’ın gözleri elleri kelepçeli Umut’a kaydı.
“Umut? Ne oldu oğlum?”
“Hande Hocam her şey bir yanlış anlaşılma. Merak etmeyin Umut iyi olacak” dedi Gökçen. Komutan araya girdi.
“Karakolda işin aslını öğreneceğiz merak etmeyin” dedi. “Arkadaşlarımız diğer cesede ulaşmışlar.” Hande Hanım korkuya ellerini ağzına götürdü. Gözleri dolmuştu ve sabahtan beri kendini tutmaktan yorulmuş halde yere çöküp ağlamaya başladı. Gökçen onun yanına diz çöküp omuzlarına sarıldı ve ağlamasına izin verdi. Komutan Atilla Bey’e döndü ve sesini alçaltarak “Cesedi teşhis etmek için bizimle gelmeniz gerek” dedi. Atilla Bey çaresizce başını öne eğdi.
“Peki komutanım” dedi sadece.
Otobüs gelmiş ve Hande Hanım en önde öğrencilerle yola çıkmıştı. Birkaç jandarma eri de onlara eşlik ediyordu. Kamp alanındaki incelemeler bittikten sonra eşyalar alınabilecekti. Zaten şu sıra hiç kimsenin eşyaları düşünecek hali yoktu. Alan olay yeri şeritleriyle çevrelenmiş, laboratuvar giysili adamlar etrafı inceleyip fotoğraf çekiyorlardı. Atilla Bey boş boş etrafına bakan Gökçen’in yanına yaklaştı.
“Otobüs geldi Gökçen. Hadi diğerlerine yetişelim.”
“Böyle olmamalıydı hocam. Eğlenip güzel anılarla dönecektik. Şu olanlara bakın.”
“Kendini suçlama kızım. Hiçbirimiz böyle olacağını bilemezdik. Umut’un psikolojik sorunları olduğunu ve cinnet geçireceğini kim tahmin edebilirdi ki?”
“Hocam Umut...” sözlerine nasıl devam edeceğini bilmiyordu. Olanları kendisi bile daha tam idrak edememişken bunu ona nasıl anlatabilirdi ki.
“Evet? Bildiğin bir şey mi var Gökçen?”
“Yok hocam. Umut bunları isteyerek yapmadı. Ona yardım etmem gerek.” Atilla Bey Gökçen’in omzuna şefkatle dokundu.
“Hadi gidelim.”
Ağlamaktan yorulmuş kadın tek kişilik dar koltukta huzursuz bir uykuya dalmıştı. Homurtu benzeri sesleri duyunca gözlerini açtı. Ümit uyanmış ona sesleniyordu. Hemen koltuktan kalkıp oğlunun yatağının yanına oturdu, onun ellerini tuttu.
“Ümit oğlum! Allah’ıma şükürler olsun uyandın sonunda!” Sarılıp öptü oğlunu. Ama çocuğun gözlerinde sevinç yerine üzüntü ve öfke karışımı bir bakış vardı. Kadın odanın kapısından bir adım çıkarak koridorun ortasındaki hemşire bankosuna doğru seslendi.
“Hemşire hanım! Ümit uyandı!”
“Hemen doktora haber veriyorum” dedi ve o telefon ederken diğer hemşire tansiyon aletini alıp odaya koştu.
Her şey düzgündü. Ümit’in biyolojik fonksiyonlarında bir sorun görünmüyordu. Doktor muayeneyi bitirdikten sonra kadına döndü.
“Ümit’in beyninde anlayamadığımız bir şey var.” Dosyasından bazı grafikler çıkardı. Kadın baktı ama bunlar ona bir şey ifade etmiyordu.
“Bunlar Ümit buraya getirildiğinde çekilen beyin taramalarının görüntüleri. Basitçe anlatacak olursam uyurken şurada gördüğünüz kırmızı renkli dalganın şu seviyelerde olması beklenir.” Grafiğin alt kısmına yakın yerini gösterdi parmağıyla. “Ama Ümit’in beyin dalgaları bakın ne kadar yüksek.” Kadın ‘yani ne olmuş’ der gibi baktı doktorun yüzüne. Doktor devam etti. “Uyanık ve yüksek bir fiziksel ve zihinsel aktivite içinde olan insanların beyin dalgalarının böyle olmasını bekleriz” diye açıklamayı sürdürdü. “Yine de bu değerler olması gerekenden çok yüksek” diye birazda kendi kendine konuşarak devam etti. “Bir yanlışlık olmuş olmalı. Tekrar film çekip bakmam gerekecek.” Kadın temel olarak doktorun ne demek istediğini anlamıştı ama buna bir açıklaması yoktu. “Birkaç gün daha müşahede altında kalması iyi olur. Yarın sabah bir film daha çekeceğiz.” Kadın çaresizce koltuğa oturdu. Kampta diğer oğluna olanlardan henüz haberi yoktu. Kocasına telefon etti ve durumu anlattı.
Otobüs sessizdi. Kimse bir şey konuşmuyordu. Kimisi başını öne eğmiş kimisi camdan dışarıyı izliyordu. Gökçen önünde yalnız oturan Atilla Bey’in yanına geçti.
“Onu gördünüz mü hocam? Osman Bey’i yani.”
“Evet Gökçen” dedi. O görüntü gözünün önüne gelmişti. Adamın yüzünün aldığı ifadeden başka bir şey sormaması gerektiğini anlayıp otobüsün ön camından kıvrıla kıvrıla giden yola baktı. İki gün önce buraya gelirken bu yol ne kadar güzel ve ne kadar iç açıcıydı oysa. Şimdi ise olabildiğince kasvetli ve huzursuz görünüyordu.
Yolculuk sanki günlerce sürmüş gibi uzun gelmişti herkese. Otobüs okul bahçesine yaklaştığında korku içinde bekleyen veliler ayaklanıp otobüse doğru koştular. İnen çocuklar birer birer anne babalarını bulup yanlarına koştular. Herkes dağılıp gittiğinde müdür öğretmenlere baktı.
“Bu işi başından beri istememiştim zaten” dedi homurdanarak. Gökçen dayanamamıştı artık.
“Müdür Bey bu olanlarda kimsenin suçu yok. Böyle olacağını kimse bilemezdi. Hepimiz zaten yeterince sarsıldık. Lütfen” dedi. Müdür huzursuzca baktı.
“Tamam tamam. Şimdi polisle ve evrak işleriyle uğraşmam gerekecek zaten” diyerek arkasını dönüp okula yürüdü. Atilla Bey onlara baktı.
“Siz de evlerinize gidin hadi. Yarın ifade vermeye gideceğiz. O yüzden dinlenmemiz gerek.” Hande Hanım iyi akşamlar diyerek oradan uzaklaştı. Atilla Bey de başıyla selam vererek ayrıldı. Gökçen’in aklı huzursuzdu. Umut suçsuz yere orada tutukluydu. Evlerine gidip Ümit’i görmesi gerektiğine karar verip arabasına bindi ve evlerinin yolunu tuttu.
Arabadan inip Umut’un evinin kapısını çalacağı sırada kapı açıldı. Yorgunluğu ve mutsuzluğu gözlerinden okunan adam Umut’un babası olmalıydı. Şaşkınlıkla Gökçen’e baktı.
“Merhaba. Ben Umut’un öğretmeniyim. Geçenlerde de gelmiştim, annesi ile bazı konular hakkında konuşmuştuk” dedi. Adam hatırlamış gibi kaşlarını kaldırdı.
“Evet hatırladım annesi anlatmıştı.” Başını öne eğdi. “Umut evde yok. Tutuklanmış. Öğretmenlerini öldürdü diyorlar onun için.” Adamın gözleri dolmuştu.
“Umut yapmadı” dedi ama nasıl devam edeceğini bilemiyordu Gökçen. “Her şey bir yanlış anlaşılma ve ben yardımcı olabilirim sanırım.” Adamın gözlerinde aniden bir umut parıltısı belirdi.
“Sizde mi oradaydınız?”
“Evet ama bunu sonra konuşuruz. Şimdi Ümit’i görmem gerekiyor.”
“Ümit’i mi? Onunla ne alakası var ki? Hem Ümit hastanede. İki gündür uykusundan uyanmayınca hastaneye kaldırdık. Biraz önce annesi aradı ve uyandığını söyledi. Beyin dalgalarında bir şey mi varmış neymiş tam anlatamadı ama birkaç gün daha müşahede altında kalacakmış. Şimdi oraya gidiyordum.” Aceleyle kapıyı kilitleyip dışarı yöneldi. “Annesinin olanlardan haberi yok. Ümit için zaten çok üzülmüştü şimdi Umut’un durumunu nasıl anlatacağım ona?”
“Ben de geleyim sizinle. Hatta benim arabamla gidelim daha hızlı gideriz. Ben rehber öğretmenim ve bu durumda onun yanında olursam bir yardımım dokunur hem.” Adam peki der gibi başını eğdi ve apartmanın kapısını açtı.
Hastaneye gidene kadar konuşmadılar. Adam bir şey sormaya çekiniyor, Gökçen’de olayları nasıl anlatacağını bilemiyordu. Hastanenin otoparkına arabayı park edip içeri girdiler. Ümit’in kaldığı odanın numarasını öğrenip asansöre bindiler. Kapıyı tıklatıp odaya girdiklerinde kadın ayağa kalkıp kocasına doğru yürüdü. Gözleri ağlamaktan şişmişti. Gökçen’i görünce şaşırdı.
“Öğretmen Hanım?” dedi şaşkınlıkla. Gökçen’in alnındaki sargıyı görünce şaşkınlığı yerini korkuya bıraktı. “İyi misiniz? Siz de kampta olacaktınız Umut öyle demişti. Yoksa oğluma bir şey mi oldu?” Gözleri korkuyla kocası ve Gökçen arasında gidip geliyordu. Gökçen göz ucuyla Ümit’e baktı. Aynı evlerinde gördüğü gibi hareketsizce yatıyordu. Kafasını hafifçe çevirip Gökçen’le göz göze geldi.
“Umut iyi merak etmeyin. Kampı erken bitirmek zorunda kaldık” diyebildi. Nasıl devam edeceğini bilemiyordu. Kocasının ise başı öne eğilmişti.
“Remzi? Niye öyle bakıyorsun? Ne oldu söylesene!”
“Gel biraz dışarı çıkalım hanım” diyerek korkmuş kadının koluna girip kapıya yönlendirdi. Kadın dönüp Ümit’e baktı.
“Merak etmeyin ben buradayım” dedi Gökçen. Kadın merak ve korku dolu gözlerle kocasıyla odadan çıktılar.
Gökçen dikkatle Ümit’e yaklaştı. Olanların gerçek olmadığını biliyordu ama gözleriyle görüp emin olmalıydı. Daha önce gördüğü gibi yatağında yatarak boş boş bakan bir çocuk görecekti ne de olsa. Ümit’in başucunda durdu. Ümit kafasını hafifçe çevirerek ona baktı. Mavi gözleri keyifle parlıyordu. Ormanda onunla konuşan çocuğun gözlerindeki ateşli bakış vardı gözlerinde. Bu doğru olamaz diye geçirdi içinden. Ama ne kadar imkânsız olsa da doğruydu. Ormanda onunla konuşan çocuğun gözleriydi bunlar.
“Ümit sen ne yaptın?” diyebildi zorla. “Umut senin yüzünden belki de hapse girecek ve hayatı kararacak. Hem de yapmadığı bir şey yüzünden!” Ümit aynı keskin bakışlarla Gökçen’e bakmaya devam ediyordu. Aklına söyleyecek veya yapacak bir şey gelmiyordu. Bunu polise anlatsa kimse ona inanmazdı. Ümit kafasını tavana çevirip gözlerini kapattı. “Böyle davranmak kolay tabi” dedi sesindeki öfkeyi bastırmaya çalışarak. Gökçen konuşmayı sürdürdü ama Ümit’in duyup duymadığını bilmiyordu. Sanki derin bir uykuya dalmış gibi hareketsizdi. Gökçen’in aklına şu an Ümit’in belki de burada olmadığı geldi. Demek bedeninden ayrıldığında böyle oluyordu diye düşündü. Ama öyle bile olsa Umut’un bedeninde ne yapacaktı ki? Umut şu an nezarethanedeydi ve bir yere gidemezdi. Kafasında sorular dönerken kapı vuruldu ve cevap beklemeden açıldı. Yeşil hastane üniforması ile elleri ceplerinde bir adam girdi içeri. Ellili yaşlarında görünen uzun boylu ve yapılı bir adamdı. Hastabakıcı ayakta bekleyen Gökçen’e baktı. Sonra Ümit’in yatağının tekerlek kilitlerini açmaya başladı.
“Nereye götürüyorsunuz onu?”
“Beyin filmi çekilecek” dedi hastabakıcı ifadesiz bir sesle. Ümit gözlerini açmamış veya herhangi bir tepki vermemişti. Kısa bir an, içinde ona karşı bir acıma duygusu hissetti. Hastabakıcının tekerlek kilitlerini açmasını izledi. Sanki bu işi ilk defa yapıyor gibi ilk tekerin kilidini açarken biraz uğraştı.
“Uzun sürer mi?” diye sordu. Adam diğer kilide geçmişti.
“Niye sordun?” dedi uğraştığı kilidi bırakıp Gökçen’e döndü. Gökçen siz değil sen diye hitap etmesine şaşırdı.
“Öylesine meraktan sordum.” Yüzünde durumu garipsediğini gösteren bir ifade ile adamı baştan aşağı inceliyordu.
“Benim için meraklanman beni mutlu etti Gökçen” dedi cebinden çıkardığı beyaz bir sargı bezi tomarıyla Gökçen’in üzerine yürürken. Oda birden keskin bir kimyasal kokusuyla kaplandı. Adam güçlü kollarından biriyle Gökçen’i tutarken diğer elinde tuttuğu sargı bezini ağız ve burnuna gelecek şekilde bastırmaya başladı. Gökçen karşı koymaya çalıştıysa da kokladığı kimyasalın etkisiyle başı dönmüş arkasındaki koltuğa çöküvermişti. Gözleri bulanık görmeye başlamadan önce adamın kendisine bakan keskin mavi gözlerini gördü.
“Ümit…” dedi ama gerisini getiremedi. Bilinci kapanmadan önce adam dudaklarını yaklaştırıp kulağına fısıldadı.
“Merak etme Gökçen. Seni hep izliyor ve koruyor olacağım. Bir gün mutlaka birlikte olacağız buna inanıyorum.”